30 Mart 2012 Cuma

96. yıldönümünde en kanlı kanun Ayşe Hür Agos, Sayı:790

27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu’nun altında Sadrazam Said Halim Paşa ile Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın imzası vardı 
1912-1913 Balkan Savaşları sonunda Balkanlardaki büyük toprak kayıplarını sindirememiş olan İttihatçılar, Ermeni örgütleri kendilerine daha önceden söz verilmiş idari ve toprak reformu sözünün yerine getirilmesi için baskı yapmaya başlayınca Doğu Anadolu’yu da kaybetme korkusu içine düştüler. Bu bölgenin Ermenilerin eline geçmesi demek, imparatorluğun bir çeşit ‘yeniden doğuşu’ gibi görülen ‘Büyük Turan’ ülküsünün gerçekleşmesinin engellenmesi demekti.
Turan hayali
İttihatçı hareketten gelen yazar Şevket Süreyya (Aydemir) ‘Suyu Arayan Adam’ adlı eserinde bu duyguyu şöyle anlatır: “Biz gençler, şimdi de muallim mektebinin dershanelerinin duvarlarına asılı olan haritaların başına toplanıyorduk. Bu haritaların üstünde yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalışıyorduk. Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna-Hersekler artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra diğer elimizi Kırım’ı, Kafkasya’yı, Başkırdistan’ı, Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın dağa uzatırdık: Buraları hep bizim! Derdik. Buralarını hep biz kurtaracaktık. Rumeli’de sınırlarımız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride, Edirne’nin şehir istasyonunda bitiyordu. Ama bu bizim gözümüze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda, Kafkasya’larda, Türkistan’larda, Çin sınırlarındaydı. Oralara gidecektik. Köylere, avullara, obalara koşacaktık. Elde asa ayakta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu’ya, Azerbaycan’a, Türkistan’a taşıyacaktık (…) Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi. Avrupa’da Birinci Dünya Harbi işte bu hava içinde patladı.”
Çöküş paniği
1912-1913 Balkan Savaşları sırasında büyük toprak kayıpları sonucu, gözlerini Turan’a diken İttihatçılar savaşın ilk aylarında alınan bazı yenilgiler ile birlikte, devletin yok olma aşamasına girmiş olduğuna inanmaya başladılar ve soruna, devletin varlık veya yokluk sorunu olarak yaklaştılar. Ermenilere yönelik alınan tehcir kararı, Anadolu’nun homojenleştirilmesine yönelik genel bir etnik temizlik hedefi ile savaşın kaybedilmeye başlaması ile yaşanan çöküş paniğinin birleşmesinden oluşmuş gibi gözüküyordu.
Tehcire giden yolda şu adımlar atılmıştı: 1) Savaş vergisi, asker toplama ve asker kaçağı takibi adı altında köylere sistematik baskılar yapıldı, 2) Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri Kafkas ve İran sınırlarına sızarak buralardaki Ermeni köylerinde katliamlar yapıldı, 3) 1908’den itibaren kendi öz savunması için silah bulundurma hakkı olan Ermeni halkı silahsızlandırılmaya başlandı, 4) Askerdeki Ermeniler silahsızlandırıldı ve amele taburlarında toplandı, 5) Bazı ‘sorunlu’ bölgelerden idari ve askeri gerekçelerle sürgünler yapıldı.
Kötü söylentiler
Bu aşamalardan ilk dördü bu yazının konusu değil. Son madde ile devam edersek, Ermenilerin ülkeden sürüleceğine dair haberler 1915 yılının başlarında kulaktan kulağa yayılmaya başlar. Örneğin Urfa’daki İsviçre hastanesinin müdürü Jakop Künzler, Ocak ayında İran’a yaptığı yolculuk sırasında tanıştığı Nafiz Bey adlı bir subayın kendisine “Ermenilerle birlikte hareket etmek imkânsızdır. Savaş Türkiye’ye bunları, ya imha ederek ya da kovarak defetme imkânı verecektir” dediğini aktarır.
Ermenilerin toptan imha edileceği haberlerini çok daha önceden duyanlar da vardır. İsviçreli hastabakıcı Alma Johansson Muş’ta Kasım 1914’te bile bu tür söylentilerin dolaştığını aktarır. Bir başka hastabakıcı Danimarkalı Marcher, Harput Valisi Erzincanlı Sabit Bey’in Erzurum’daki Alman Konsolosu Max Scheubner Richter’e “Türkiye’deki Ermeni milletinin yok edilmesi gerektiğini ve edileceğini söylediğini” ileri sürer.
Dörtyol ve Zeytun
İlk olarak Şubat 1915 tarihinde Dörtyol ve civarında başlamış, bölgedeki Ermeniler iç bölgelere sürülmüşlerdi. Adana Valiliği’nin 13 Şubat 1331 (26 Şubat 1915) tarihli şifreli telgrafına göre, Ermenilerin sahildeki İngiliz savaş gemileri ile ilişki kurma faaliyetinde oldukları tespit edilmiş ve bunun üzerine Vali, “o bölgede hiç bir Ermeni kalmamak üzere Dörtyol’daki Ermenileri tümüyle Osmaniye Ceyhan ve Adana’ya sevk” edilmesine karar vermiştir.
Dörtyol Ermenilerinin sürgününü Nisan ayında Zeytun (bugün Süleymanlı) Ermenilerinin İç Anadolu’ya sürgün edilmeleri takip etmiştir. Her ne kadar, resmi tarihçilerce Mart 1915’te yaşanan Zeytun olayları, Ermenilerin ilk sistemli ayaklanma denemesi olarak sunulsa da, konuya ilişkin Osmanlı, Alman ve Amerikan belgeleri söz konusu olayların, bir gurup Ermeni asker kaçağının jandarma ile çatışmaya girmesi ve sonra kendilerini bir Ermeni kilisesine kapatarak teslim olmayı reddetmeleri ile sınırlı, yerel bir olay olduğu bilgisini verirler.
İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’na yönelik deniz harekâtı nedeniyle İstanbul’un her an düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olması İttihatçıların planlarını bir adım daha ileri götürmeleri için uygun psikolojik ortamı sağlamıştır.
24 Nisan tutuklamaları
Taşnak komitesi önderliğindeki Ermeni gönüllülerinin Van civarındaki Müslüman köylere baskınlar yaptığı haberinin İstanbul’a ulaşması üzerine, Ermenilere yönelik, hazırlıklarının daha önce yapıldığı izlenimini veren son derece kapsamlı bir dizi politika uygulamaya konur. İlk önce 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gecede İstanbul’da son derece geniş tutuklamalar yapılır. Tehcirin tanıklarından Alman Protestan Papazı Lepsius’a göre 600, dönemin ABD Büyükelçisi H. Morgenthau’ya göre 500, resmi tarihçi Yusuf Sarınay’a göre 235, gayri resmi tarihçi Taner Akçam’a göre 180 kişilik bu ilk kafile Çankırı ve Ayaş’a doğru yola çıkarılır. Ayrıca 24 Nisan günü Osmanlı Ordusu Başkumandanlığına yollanan bir emirle özellikle Zeytun, Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen olaylar dile getirilerek tüm ülke sathında Ermenilere yönelik, tutuklama ve gözaltına alma emirleri verilir. Bu bölgelerdeki tüm Taşnak ve Hınçak örgütlerinin, gazetelerinin kapatılması, yöneticilerinin tutuklanması ve oluşturulacak Divan-ı Harbi Örfilerde yargılanması alınan tedbirler arasındadır. Bu tarihten itibaren sürgünlerin yönü artık (bugünkü) Suriye ve Irak’tır.
Van sürgünleri
Van ve civar illerdeki Ermenilerin sürülmesine ilişkin elimizdeki ilk telgraf 9 Mayıs 1915 tarihinde “bizzat hallolunacaktır” notuyla, Van ve Bitlis valilerine çekilmiştir. Ancak bazı görgü tanıklarının aktarmalarından ve Alman konsolosluk raporlarından, Erzurum ve civarındaki köylerin boşaltılmasına Nisan ayında başlanmış olduğunu çıkartmak mümkündür. Örneğin, Başkatipzade Ragıp Bey, anılarında, 14 Nisan 1915’te Erzurum’a geldiğini ve 26 Nisan’da Erzurum’dan ayrıldığını belirttikten sonra, “Ermenilerin tehciri münasebetiyle, civarda bulunan biçare Ermeni kız ve kadınların perişan, sefil, rezil, hali perişanları kalplerimizi dağdar etmişti” diye yazar. Alman Konsolosluk raporlarında, Erzurum civar köylerinin boşaltılmaları işlemine Mayıs başı başlandığı bildirilir. Bu raporlara göre 15 Mayısa kadar bütün köyler boşaltılmıştır.
Kati suretle halledilsin!
Sürgünlerin katliama dönüşmesi üzerine, Rusya, Fransa ve İngiltere hükümetleri, 24 Mayıs 1915’te ortak bir bildiri yayımlayarak katliamlardan Osmanlı Hükümeti’ni sorumlu tutacaklarını açıklayınca, Enver Paşa, sürgünlere meşruiyet kazandırmak için bir formül bulur. Dahiliye Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 (13 Mayıs 1331) tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği resmi yazıda Ermenilere yönelik sürgün eyleminin, Ermeni meselesinin “esaslı bir suretde hal ve faslı ile külliyen izalesi” (esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi) için gündeme getirildiği açıkça yazılır.
Tezkere günümüz Türkçesiyle şöyle devam eder: “Savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan Ermenilerin bir kısmı ordunun harekâtını zorlaştırır davranışlarda bulunmakta, halka saldırmakta ve isyancılara yataklık etmektedirler. Bu yüzden, Van, Bitlis, Erzurum vilayetleriyle, Adana, Mersin, Osmaniye ve Kozan kazaları, Maraş’ın merkezi dışında Maraş mutasarrıflığında, Halep vilayetinde, İskenderun, Antakya kazalarında oturan Ermenilerin yerleri değiştirilecektir. Bunlar, Musul ve Zor mutasarrıflıklarının Van vilayetiyle bitişik kuzey kısımlarına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna ve Suriye vilayetinin doğusuna nakledileceklerdir.”
Tehcir Kanunu  

Yaygın olarak ‘Tehcir Kanunu’ olarak bilinen, resmi adıyla ‘Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun’ bu tezkereden bir gün sonra 27 Mayıs 1915’te Meclis- i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) kabul edilmiştir. Altında Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın imzaları olan ve Sultan Mehmet V. Reşad tarafından tasdik edilen dört maddelik geçici kanunun içeriği şöyledir:
 1. Savaş sırasında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların müstakil mevki kumandanları, ahali tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine, yurt savunmasına, asayişin korunmasına ilişkin işlere ve düzenlemelere muhalefet, silahla saldırı ve direnme görürlerse bunu önlemeye mezun ve mecburdurlar.
2. Ordu, müstakil kolordu ve tümen kumandanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar halkını tek tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.
3. İş bu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.
4. İş bu kanun hükümleri yürürlüğe Başkumandanlık Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.
Dikkat edileceği gibi kanunda herhangi bir etnik kimlik (Ermeni, Rum, vb.) zikredilmemiştir. Ancak kanunla birlikte çıkarılan talimatnamelerde, şifreli telgraflarda Ermeni adı geçmektedir.
Amaç tehcir mi imha mı?
Tehcirden asıl muradın ne olduğu kısa sürede anlaşılır. Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu Mordtmann’ın 30 Haziran 1915 tarihli raporunda, İttihatçı liderlerden İsmail Canpolat’ın kendisine bir Anadolu haritası üzerinde Ermenilerin sürülmesi işinin Anadolu’ya yayılacağını söylediği yazdıktan sonra, Talat’ın kendisine “söz konusu olan… Ermenilerin imha edilmesidir” dediğini aktaracaktır.
Katliamların kesintisiz devam ettiği haberlerinin gelmesi üzerine, Alman Büyükelçiliği, “İkamet ettikleri şehirlerden tahliye edilen Ermeni nüfusun sistematik bir biçimde yok edilmesi son haftalarda öyle bir boyuta ulaştı ki, hükümetin göz yummakla kalmayıp açıkça desteklediği ve diğer ırklardan Hıristiyanların ve diğer mezheplerin de dahil edildiği bu vahşi sürgüne tarafımızdan bir kez daha kesinlikle karşı çıkılması zorunluluğu hasıl olmuştur” diyerek 9 Ağustos tarihinde bir nota verir. Notada, “Almanya Büyükelçiliği üzüntüyle müşahade etmektedir ki, tarafsız ve güvenilir kaynaklardan edindiği bilgilere göre, yerel makamlar bu tür olayları engellemek yerine sürgün olaylarını düzenli bir şekilde takip etmiş… Ermenilerin çoğu daha varacakları yerlere varmadan yolda telef olmuşlardır… Almanya Büyükelçiliği Osmanlı Hükümetinin dikkatini çekmeye kendisini mecbur görmektedir” denmektedir.
Ermeni meselesi hallolunmuştur!
Almanların baskısı üzerine, Talat Paşa, 31 Ağustos 1915 tarihinde elinde bölgelere yolladığı bazı telgrafların çevirileri olduğu halde doğrudan Alman Büyükelçiliğine gider. Burada Ermenilere karşı alınan önlemlerin durdurulduğunu tekrar açıklayan Talat çok bilinen sözünü söyler: “La question arménienne n’existe plus (Ermeni meselesi artık mevcut değildir.)”
Tehcirde ölen ya da öldürülen Ermeni sayısıyla ilgili resmi ve yarı-resmi rakamlar, 6.500 ile 800.000 arasında değişiyor. Örneğin 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000 ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. Talat Paşa’nın eşi Hayriye Hanım 2005 yılında bir gazeteye verdiği röportajda “Namussuzlar, Paşama iftira ediyorlar, 1,5 milyon değil, 800 bin kişiydi o Ermeniler” diyerek bu rakamı doğrulamıştı.
Resmi tarihçi’ diplomat Kâmuran Gürün “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez” diyerek rakamı azaltmış ama yine ortada büyük bir katliam olduğunu kabul emişti.
Sayılara indirgemek
Ancak, günümüzde bu sayıları telaffuz eden ‘resmi tarihçi’ kalmadı. Örneğin Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı. Yusuf Halaçoğlu önce “Ancak bu kayıp, hiçbir zaman 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüyle neticelenmediği gibi yüz binlere de varmamıştır” derken, bir süre sonra “Tabii ki yukarıda belirttiğimiz gibi, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı grupların kafilelere bir tepki olmak üzere saldırıları vuku bulmuş ve yaklaşık dokuz on bin kişi katledilmiştir” demiş, sonra bunu da fazla bularak “Soykırımı Ermeniler yaptı, 6.500 ve 8.500 kişi bu şekilde katledilmiş bir rakam var, [asıl] Ermeniler 519 bin Türk’ü öldürdü” diyerek hikâyeyi tersyüz etmişti. 
ÖZET KAYNAKÇA: Taner Akçam, Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim, 2008; Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı, Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, Cilt: I, Genelkurmay Basımevi, 2005.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder