Ermeni sorununun uluslararası diplomasinin konusu (!) olmadan önce genel olarak dikkate alınmayacak bir iç sorun olarak algılanmaktaydı. Millet çerçevesinde ki düzenlemeler de insani düzlemde bir hak olarak değil, İmparatorluğun Gayrimüslim tebaasının İslami Yasalara layık görülmemesinden kaynaklanmıştır. Zimmi statüsündeki Gayrimüslimler İslami kanunlara layık değildirler.
Ermenilerin Osmanlı topraklarında ki yaşamlarına dair resmi söylem pembe bir tablo çizmektedir: “1071’de Türk hakimiyetine giren Ermenileri, Bizans’ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını bahşeden Selçuklu Türkleri olmuştur. (…) Ermeniler 19 uncu yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı idaresinde, Türk insanının hoşgörüsünden de yararlanarak, adeta altın çağlarını da yaşamışlardır. Askerlikten muaf tutulan ve kısmen vergi muafiyeti tanınan Ermeniler, ticaret, zanaat ve tarım ile idari mekanizmalarda önemli görevlere yükselme fırsatını elde etmişlerdir. (…) Bu nedenle 19 uncu yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlıların bir Ermeni sorunu olmadığı gibi, Ermeni tebaa’nın da Türk yöneticileriyle halledemedikleri bir mesele mevcut değildir… Türklerin hoşgörüsüne rağmen, yabancı devletlerle ittifak etmek suretiyle Türklerle mücadeleye başlayan Ermeniler, Batının desteğini alabilmek için kendilerini ezilen bir toplum olarak göstermeye ve Anadolu üzerindeki egemenlik haklarını Türklerin gasp ettiğini dile getirmeye başlamışlardır. Bu faaliyetlerini basın aracılığıyla duyurarak kamuoyu yaratmaya çalışmışlardır. Bu asılsız propagandalarını iddialarının kanıtları olarak bugün de kullanmaktadırlar.1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları Ermenilerin daha fazla Batı’ya yönelmesine sebep olmuş, karşılıklı beklentiler artmıştır. Ermeniler, Misyonerler vasıtasıyla yönlendirilmeye ve yabancı devletlerin nüfuzu için kullanılmaya başlanmışlardır. Buna karşılık Ermeniler de Batı’yı amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olarak görmüşlerdir”
Resmi söyleme devam edelim: “Kurulduğu günden itibaren, İslam Devletinin, kendi tebaaları olan gayrimüslimlere karşı daima müsbet tavırları olmuş; Devlete karşı sadakatlerini sürdürdükleri müddetçe, onların dini yaşantılarına hiç bir şekilde müdahale edilmemiş[tir].”
Her ne kadar resmi söylem Ermenilerin İslam topraklarında çok iyi koşullarda yaşadığını iddia ediyorsa da, bu söylem en başta resmi belgeler tarafından yalanlanmaktadır: Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Bey’e Ait Kanunlar’daki, Defter-i Yasaha-i Ergani’de:
“1. Tafsîl-i kanunname-i nahiye-i Ergani ber muceb-i kanun-ı Hasan Padişah…
18. Ve şehr-i Ergani cemaatınun Müslümanlarından ziraati olanından hums üzre alınır imiş. Ve bağlarından dahi dört bin karaca akça maktu virürler imiş ki bin üçyüz otuz akça-i Osmanî olur. Ve birer yük odun dahi alınır imiş. Bunları dahi alınmasınun mevsimi bağ akçası üzüm vaktinde ve odun son güz ayında ki kış evvelidir.
19. Ve şehir Erâminesi’nden (Ermeni’nin çoğulu) dahi bağ haracı diyü on iki bin karaca akça maktu alurlar imiş. Amma ol vakit mamuriyeti artuk imiş şimdiki halde andan dahi eksük olmağın dokuz bin karaca akça kaydoldı ki üç bin Osman akçası olur.”Üçyüz otuz Akçaya karşılık Üçbin!
Gerçekte Gayrimüslimlerin, dolayısıyla Ermenilerin yaşadığı ise ayırımcılıktır: “Hiç toprağı olmayanlardan bennak denilen bir haraç alınırdı. Eğer çift resmi ödemekle yükümlü çiftçi ailesi Gayrimüslim ise, haracın adı ispençe olurdu. Fakat gayrimüslimler, sipahiye ödedikleri ispençeden ayrı bir de merkeze cizye denilen bir başka haraç daha verirler, buna mukabil askerî yükümlülükten muaf tutulurlardı.”
Bu ayırımcılığa ilişkin açıklamasında Dadrian’ın şunları ekler: “Osmanlı Ermenilerinin yazgısına damgasını vuran faktör o imparatorluğun şiddetli teokratik yapısıydı. İmparatorluğun çok ırklı ve çok dinli karakteri, egemen Osmanlı-Türk unsurunu İmparatorluğu yönetmek için İslam Şeriatının inanç ve doğmalarına güvenmeye itti. Osmanlı sosyo-politik sistemi ‘milleti hakime’ ve milleti mahküme biçiminde iki tezat varlıkla ikiye bölünmüştü. Bu ikiliğin altında yatan ilke, müminlerin, yani Müslümanların üstünlüğünü ilan eden ve buna göre alt statüyü kafir ve dolayısıyla aşağı Gayrimüslimler olarak niteleyen bir dindi. Bu İslamî dogmanın bir doktrin olarak kurumsallaştırılması, Gayrimüslimlere karşı önyargı, ayrım ve dışlama pratiğinde buldu ifadesini.”
Gayrimüslimler, Müslümanlarla nasıl aynı haklara ve aynı statüye sahip olabilirdi. “[Müslümanlarca] Sağ el temiz, sol el pis işlerin görülmesinde kullanılır. Eğer Müslüman ile tokalaşmak isterse, ona sağ elini, gayri Müslime ise sol elini uzatır.” Ermeniler, merhabası bile farklı böyle bir toplumda yaşamaktadırlar. Ki bu toplumun millet-i hakimesi, Gayrimüslim azınlıklara verilen ‘hak’ları yadırgamışlar ve direnç göstermişlerdir. Bu ‘hak’lar Müslümanlarca sorunun kaynağı olarak gösterilmektedir.
Mutlak Sultanın bahşettiği “1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’na göre Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyrukları, din ya da milliyet olarak eşit olarak ilan edilmişlerdi. (…) İdam cezalarında kimsenin yargılanmadan idam edilemeyeceği öngörülmüştür. (…) Fermanın sonunda; Dost devletlerin de bu yöntemin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için, İstanbul’daki tüm büyükelçilere resmen bildirileceği’nden söz edilmesi, Ferman’ın Avrupalı devletlerin zorlamasının da etkisiyle gündeme getirildiğini, kendi halk ve azınlıklarını değil; Avrupa devletlerini tatmin için ilan edildiğinin bir argümanıdır. 1856 Islahat Fermanı ise Gayrimüslim azınlıklar lehine düzenlemeleri içermesine karşın, de facto olarak çoğu yerde bu Ferman’ın hükümleri yaşama geçmiyordu. Islahat Fermanı Gayrimüslim azınlıklara vergi eşitliği getiriyor, cizye vergisini kaldırıyor, ayrıca devlet dairelerine girişte Müslüman olma şartını kaldırıyor ve Gayrimüslimlere askerlik yapma şartını” getirmesine karşın, askerlik donanmadaki angarya hizmetleri dışında uygulanmıyordu.
″1892′de özel mekanlarda ayin yasağı; özel okullardan mezun olan çoğunluğu Ermeni değişik dinlerden etnik azınlık mensuplarına kamu hizmetlerinde görev yasağı, halife Ömer’in kelamıyla uyuşmayan tüm kitapların sansür edilmesi, hangi dilde olursa olsun İncil’den alınmış bölümlerin yayımının yasaklanması gibi uygulanmalar” getirilerek verilen “hak”lar geri alınıyordu.
1839 ve 1856 reformlarıyla azınlıklara da birtakım ‘hak’lar verilmesi çerçevesinde, Ermenilere de 1862 yılında bir Ermeni Meclisi düşer ve hiçbir etkinliği de olmaz.
Zaten bu fermanlarla bahşedilenler de insani ya da hukuki gerekçelere dair değildir, temel amaç İmparatorluğu bir arada tutabilme çabalarının bir parçasıdır. Ancak resmi söylem ve resmi tarihçiler Ermeni Sorunun bu fermanlardan kaynaklandığını iddia etmekte ısrarlıdırlar: ″İzafi de olsa, bizim kanaatımıza göre bunun [Ermeni Sorunu] biricik ve tek sebebi, Tanzimat ve ardından da Islahat fermanlarıyla azınlıkların müslümanlar gibi aynı statüye getirilmiş olmalarıdır. Nitekim tarihimizdeki binlerce ferman içerisinde en meşhur olan bu iki fermanın ilanından sonradır ki azınlıklar, kendilerine hukuken verilmiş olandan daha fazla haklar istemişler, anarşik hareketlere girişmişlerdir.″ Tarihçinin söylemi Genelkurmayla örtüşmektedir.
Ziya Paşa Zafername adlı hicviyesinde:Rumdan,Ermeniden yaptı müşir-i bala
Eyledi resm-i musavvatı hukuku ikmal
Dizeleri Müslümanların eşitlik ten ne kadar rahatsız olduğunun, eşitliğin kabul edilmediğinin ifadesidir.
Ermeni Sorununun uluslar arası diplomasinin konusu (!) olduğu Londra Konferansından sonra “1877 yılını takip eden on yıl, Anadolu’nun İslamlaştırılmasını ve/veya Türkleştirilmesini amaçlayan politikaların başlangıç dönemi olarak görünmektedir. Gerçekten, Osmanlı arşivlerinde yapılan yeni çalışmalar, Osmanlı idaresinin -mesela Bosna-Hersek’ten gelen- Müslüman göçünü etkin bir şekilde teşvik ederken, aynı zamanda yeni çevrelerinde mutsuz olan göçmenlerin, asıl memleketlerine dönmeleri konusunda cesaretlerini kırdığını göstermektedir.″ Görüldüğü gibi Londra Konferansı aynı zamanda Anadolu’da etnik temizliğin miladı olarak da alınabilir.
Aslında Sorunun uluslararası planda ele alınması(!) Osmanlı yöneticilerinin işine gelmiş bu ele alış(!) Ermenilere ve diğer azınlıklara baskı aracı olarak kullanılmıştır. Sorunun Uluslararası arenada gündeme gelişi(!) bir anlamda kırımların gerekçesini oluşturmuştur. Sözün kısası Ermeni Sorunu’nun aslında uluslararası boyutu hiçbir zaman olmamıştır. Emperyalist çıkarlar ve reel-politik her zaman insan haklarının önüne geçmiştir. Büyük bir gürültü ile topladıkları Malta Sürgünleriyle ilgili bir İngiliz’e bütün Türkler bedeldir denerek, hiçbir işlem yapılmaması ve ardından Perincek’in, “1. Dünya Savaşı ile başlayan Kurtuluş Savaşı’nda, 1914’ten 1922’ye kadar vatan savunuldu ve emperyalizm yenildi… Burada imzalanan Lozan antlaşması ile bağımsızlığımızı ve haklılığımızı bütün dünyaya onaylattık” dediği gibi Lozan’da Soykırımın tescili, bunun açık kanıtları olarak önümüzde durmaktadır. Lozan sonunda ilan edilen genel af da bütün kırım suçlularına af(!) getirmiştir.
Sorunun Uluslararası(!) planda nasıl ele alındığına ve neticeye bakarsak Ermenilere uluslararası herhangi bir desteğin gelmediğini ve soykırıma varıncaya kadar seyirci kalındığı gerçeği önümüzde durmaktadır:
“Karlofça Antllaşması’nın 13. maddesi de azınlıklarla ilgili hüküm içeriyordu.
1774 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın 7. maddesi ile Babıali Hıristiyan dinine ve bu dinin kiliselerine sürekli bir koruma vaat eder denilmişti. 1878 Berlin Antlaşması ile de Osmanlı İmparatorluğu dini inançların himayesini garanti ediyordu…” Bu anlaşmalarda verilen taahhütlerin ne anlama geldiğini resmi tarihçiler: “Osmanlı Devleti, Paris Andlaşması (1856) ile Balkan Hırıstiyanlarının imtiyazlarını genişlettiği gibi hem müttefiklerine ve hem de harbi mağlup olarak bitiren Rusya’ya gayrimüslim tebaa için gerekli ıslahatı yapacağı taahüdünde bulundu.” Sözleriyle açıkladığı gibi yine resmi tarihçiler tarafından: “Doksanüç harbinden sonra yapılan Ayestefanos ve Berlin Antlaşmalarında Ermenilere bazı siyasi haklar veriliyorsa da Abdülhamit Devleti’nin güvenliği açısından bu maddeleri çalıştırmamış ve onun bu tutumu üzerine, Ermeniler, Batı’nın teşvik ve yardımlarıyla isyanları çoğaltmışlardır.″ sözleriyle bu anlaşmaların anlamını ve kaderini de açıklamaktadırlar.
Neticede Ermeni Sorunu uluslararası planda ele alınmamış sadece geçiştirilmiştir. Ermenilere verildiği söylenen uluslararası destek(!) bir hiçtir. Ermeni sorunu’nun uluslar arasılaşmasını(!) bir Ermeni temsilcisi Berlin Antlaşmasını sonrası Beyrut’a döndüğünde şöyle ifade eder: “Berlin’de özgürlüğü gördüm. Ama bir kâğıt parçası, yiyemedik. Evlatlarım, [yani Ermeniler] hiç yabancı umuda bel bağlamayın.”O devletler, “Ermenilere ve Ermeni sorununa yaklaşımlarında her zaman çıkarlarını önde tuttular. Gerek duyduklarında arka çıkıp sesini yükselttiler, değilse başlarını kuma gömüp laf olsun diye bir şey söylediler.”Emperyal çıkarlar her şeyin önüne geçti.
İttihatçılar, uluslar arası güçlerin etkilerinin olmadığını ve eylemlerinin kuru gürültünün ötesine geçmediğinin farkında olduklarından uygun fırsatı değerlendirmekte gecikmediler. “Uluslararası anlaşmaların amaçladıkları gibi, Ermenilere politik ve ekonomik rahatlık getirmemeleri ve/yada bu yönde bir irade ortaya koyamamaları üzerine, İttihadçı Jön Türk liderler Türk-Ermeni çatışmasını şiddet yoluyla çözüme bağlamayı seçtiler.”
Büyük güçlerin “Osmanlı yetkililerinin zoraki rızası ve işbirliğiyle,Osmanlı Ermenileri’nin durumunu iyileştirmek için hazırlanmış olan reform projelerinin birçok özelliği, sonradan Osmanlılar tarafından devletin egemenliğine milli çıkarlara ya da şeriata aykırı görülerek,sonuçta yırtılıp atılmıştır.”İmzaladıkları anlaşmalar sadece zaman kazanmaya yöneliktir, son olarak imzaladıkları 8 Şubat 1914 tarihli reform anlaşmasını sulandırdıklarında güçlerin ses çıkarmayacaklarını bilmektedirler. Reformların uygulayıcısı Hoff’un yardımcılıklarına Babası 1896 katliamlarında önemli rol oynayan, kendisi de 1915 kırımında rol oynayacak Diyarbakır mebusu Feyzi (Pirinççioğlu) ve Talatın kayınbiraderi 1915 kırımlarının aktörü Mustafa Abdülhalik (Renda) nın atanması İttihad’ın reformlardaki ciddiyetinin(!) ve niyetinin örneğidir.
Jön Türklerin Ermenilere bakışı aslında Abdülhamit’ten farklı değildir. İttihat ve Terakki ideologları ve yöneticileri Türkçüdürler, Türkçülüklerini de hiçbir zaman saklamamışlar, Diğer Türkçüleri bir yana bırakalım, liberal olarak tanımlanan Ahmet Rıza Bey olsun, Mizancı Murat Bey olsun İslamcılığı, Osmanlıcılığı ve Türkçülüğü aynı kategoride gördüklerini ifade etmekten çekinmezler. İttihadın genlerinde Türkçülük vardır. 1911 Selanik İTC Kongresinde açıktan Türkçülüğü tatbik sahasına koymaktan çekinmezler: “İttihat ve Terakki’nin ulusal politikası açısından 29 Eylül-9 Kasım199’de Selanik’te toplanan IV. Kongre özel bir önem taşır. Kongrede Türkçülük doktrini de facto kabul edilmiş, bu akımın temsilcilerinden üç kişi de Heyet-i Merkeziye’ye seçilmişti.Partinin tüm ideoloji oluşturma çalışmaları ziya gökalp’e teslim edilmişti”
1908 darbesini Selanik’ten gerçekleştiren İTC’nin Anadolu’da örgütlenmesi yoktur, Anadolu’daki zaafını Ermenilerle kapatmak isteyerek, 1907 tarihinde İTC’nin Ermeni Devrimci Federasyonu’yla (Taşnaksutyun) işbirliğine girer ve geçici hürriyet baharında bu işbirliğini sürdürmesi İttihatçıların Anadolu’da örgütlenebilmesine yöneliktir. Bu sayede İttihatçılar Anadolu’ya Taşnak’lar kanalıyla gazetelerini ulaştırabilmiş ve Anadolu’da örgütlenmişlerdir.
Ne zamanki İttihatçılar taşrada ittifaklarını buldular ve taşra eşrafıyla buluştular, artık Ermenilere ihtiyaçları kalmayacak ve yok etme gerekçelerini tasarlayacaklardır: ″Talat Paşa anılarında, Hınçak ve Taşnak örgütlerinin faaliyetlerine ilişkin önemli belgeler sunduktan sonra şöyle der: Ermenilerin bu isteklerini haklı gösterecek tarihi hiç bir hakları yoktur. Osmanlılar Doğu illerini Ermenilerden almadılar. Ermeniler ise Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan bugüne kadar hudutlarımızın temini ve istiklali hususunda hiçbir gayret veya hizmet sarf etmediler … Vatan’ın bütün yararlı şeylerini paylaşan bu halk, onun kaderlerine ve yüklerine asla katılmıyordu. Ülkenin mutluluğundan da ıstıraplarından da çıkar sağlıyorlardı; Vatan için hiçbir savaşa katılmadılar ve bu uğurda bir damla kan dökmediler.”Suçlanan yine Ermenilerdir.
Abdülhamit’in İmparatorluğu ayakta tutabilmek için geliştirdiği ve dayandığı ümmet kompozisyonu içinde görülmeyen Ermenilere, Gerek istibdat’a karşı mücadelelerini gerekse Abdülhamit’in dışlayıcı politikası gereği başlayan kırımlara karşı Ermenilerin örgütlenişini ve direnişini, iktidara gelmek için iyi kullanan İttihat ve Terakki, iktidarını sağlamlaştırdığında Abdülhamit’in politikalarına açıktan yönelerek, Ermenileri ortadan kaldıracaktır. İhtiyaç kalmayan unsurun gereği de yoktur. “İttihad ve Terakki’nin en son fikri, Türk olamayan unsurların Türk halkı içinde asimile edilmesiydi. Balkan Savaşının patlak vermesi İttihat ve Terakki Cemiyetinin politikasına uygun düştü”
Balkan Savaşları bir yandan Osmanlı imparatorluğunun dağılmasının işaretini verirken, öte yandan Türk milliyetçiliğinin açıktan ifade edilmesine ve uygulanmasına yol açar. 1911 Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı’nın Afrika’daki tasfiyesini ifade ettiği gibi, Balkan Savaşı da Avrupa’daki tasfiyesini ifade etmektedir ve İttihatçılara göre sıra Asya’daki topraklara gelmiştir. Bu algılama Ermeni sorununu yeniden harekete geçirir. Ancak Balkanlardaki yenilginin ve Anadolu’ya akan göçmenlerin son derece önemli etkileri olmuştur. Osmanlı yönetimi, yani bu bağlamda özellikle İttihat ve Terakki, Osmanlılık politikasının, bir başka deyişle çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceğini, Osmanlı’dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika güdülmesi gerektiğini, güdülmezse top yekûn yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelindiğini düşünmektedir. Bundan böyle Osmanlı devlet yönetimi bir Türk milli politikasının hizmetinde olacaktır ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır.
Öte yandan, 1912′nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesi sürecinde, bu özerkliğin bağımsızlığa giden yolun ilk kademesi olacağı herkesin malumudur. Rusya’nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914′te Osmanlı hükümetine kabul ettirilir. Bu projeye göre altı vilayet birleştirilecek, Ermenilerin çoğunlukta olacağı bir vilayet meclisi kurulacak ve valinin yanında yabancı müfettişler bulunacaktır. Norveçli Müfettiş Hoff ve yardımcısı Hollandalı Stenenk, Ağustos 1914′ün başında Erzurum’a gelmişlerdi. Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür.
“1912/13 Balkan yenilgisi sonucu, Avrupa’daki Toprakların tümü kaybedildi. Bağımsızlık, özgürlük talep eden halklar “nankörler” olarak algılandı. Balkanlardan ve Kafkasya’dan kaçan Müslüman halkar, Hırististiyanlığa karşı öfkelerini de beraberlerinde getirdiler. Aynı dönemde, Turan fikri, Asya’daki Türki halklarla birleşme, büyük bir Türk-İslam İmparatorluğu kurma hayali ve ideolojisi de bu dönemde gelişti. Batıdaki Rumlar, doğudaki Ermeniler, bu idealin önündeki en büyük engeller olarak görüldü”
M. Kemal „1915’te ne oldu?“ sorusuna cevap olarak, bir mülakatında, milyonlarca Hıristiyan vatandaşın acımasızca tehcir ve kıyıma uğratıldığı cevabını verir : “Yuvalarından kitle halinde acımasızca tehcir edilen ve kıyıma uğratılan milyonlarca Hıristiyan teb’amızın hayatlarının hesabı kendilerinden sorulmak gereken Genç Türkiye Partisin[den]” Söz eder. İttihatçıların 1915 teki marifetlerine dair bu sözler, M. Kemalin İsviçre’li sanatçı ve gazeteci Emile Hilderbrand’a 1926 yılında verdiği mülakatta geçmektedir.
“21 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demecinde, Mustafa Kemal’in sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktır:
İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”
Kurucu iki ayrı tarihte konuyu zıt kelimelerle formüle etmiştir. Ancak biz Soykırım faillerine karşı eylem ve işlemleri, 1921 tarihli açıklamasını doğrulamaktadır. Murat Bardakçı, 4 Şubat 2007 tarihli Sabah Gazetesindeki “Atatürk, Ermeniler’in El Konulan Mallarını Ermeni Terörünün Yetim Bıraktığı Çocuklara Dağıtmıştı” başlıklı yazısında bu konuda belgeler ve kanıtlar sunmaktadır.
İTC iktidara geldiği andan itibaren sürekli -savaş olsun yada olmasın- toprak kaybetmektedir, son Balkan Savaşı’nda Avrupa Kıtası’ndan neredeyse sürülmüştür, İttihatçılar o zaman Anadolu’yu keşfederler: “Bu savaşta Batıda kaybettikleri toprakları Doğuda kazanmayı, tüm Türkleri Panturanizm (ırkçı Türkçülük) bayrağı altında toplayarak, yitirdikleri gücü ve ihtişâmı restore etmeyi umuyorlardı… Aslında panturanist İttihatçı proje, gerçekleşme şansı olmayan bir proje idi. Zira böylesi bir hedefe angaje olmak demek, emperyalist olmadan emperyalist hedefler peşinde koşmak demektir… Panturanizm projesiyle, Kafkaslar’dan İran Azerbaycanı’na, oradan Orta Asya’ya kadar tüm Türkleri ve Türkî toprakları içine alan büyük bir Türk İmparatorluğu düşleniyordu… Eğer, yegane çıkış yolu olarak, ırk temeline dayalı milliyetçilik söz konusu ise, öncelikle böyle bir projenin önünde duran engellerin bertaraf edilmesi gerekirdi… Jön Türklerin Türk ırkına dayalı bir ulus oluşturma projesi, imparatorluk dahilindeki etnik unsurları üç gruba ayırıyordu: Türkler (‘kendileri pek farkında olmasalar’ da, etnik köken olarak Türk sayılanlar), Türkleştirilebilir olanlar: (Çerkezler-Lazlar vb.), hem etnik köken itibariyle Türk olmayan, hem de Müslüman olmayan unsurlar: Ermeniler, Anadolu Rumları, Asurîler-Keldaniler… İşte Ermeni Tehciri olarak sunulup-bilineni, bu bütünlük içinde kavramak gerekir. Dolayısıyla asıl amaç, Anadolu’yu ırkçı-milliyetçilik projesi için sorun yaratan (veya yaratma potansiyeli olan) unsurlardan temizlemekti. Bu amacın gerçekleşmesi, Ermeni Tehciri denileni (aslında Ermeni Katliamını) gündeme getirmişti…″
Ermeniler ayrıca imparatorluğun en zengin topluluklarından olması da iştahı kabartan ayrı bir etkendir. Ermenilere 1894-96 ve 1919 Adana katliamlarıyla bir miktar Ermeni zenginliğine el konulsa da Ermeniler hala ekonomik olarak güçlüdürler. İmparatorluğun Türkleştirilmesi yanında sermayenin de “Türk”leştirilmesi gerekmektedir. M. Kemal Adana’daki bir konuşmasında: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiç bir hakkı yoktur. Memleket sizindir”demektedir.
1912 İTC kongresinde karalaştırılan Etnik temizlik planı uygulamaya başlayalı çok olmuş, temizlik çok önceden başlamıştır: “1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkenin kaderinde büyük iz bırakacak bir örgütlenmeydi. Bilinen üç liderine ek olarak diğer yetkili kadroların büyük bir kesimi de yaşları 30-35 arasında olan Balkan kökenlilerdi. Kayıp topraklardan gelmiş ve Anadolu’ya nazaran İmparatorluğun daha Batılı ve laik ortamını solumuş, başta Bulgar komitacılarına karşı olmak üzere gerilla savaşlarının içinde ötekileştirilmiş ve bir araya ge(tiri)lmiş bu cemiyetin merkezi, 1912 yılında Selanik’ten İstanbul’a taşınır. Tarih, Selanik’in Yunan Krallığı tarafından ele geçirilmesi tarihidir. Bu taşınma, sadece Selanik merkez komitesinin değil; siyasi ve askeri tüm kadronun (fedailer, teşkilatı mahsusa vs) ve sayıları 250 bin olacak bir göçmen kitlesinin taşınmasıdır. Üstelik, bu taşınma içinde yer alan devletin bölgedeki çoğunluğu İttihatçı olan askeri ve idari ekibi de Anadolu’ya taşınmış olur. Ama her şeyden önemlisi, Balkanlardan Anadolu’ya taşıdıkları, korku ve intikam duyguları olur. Rum ve Hıristiyan karşıtı duyguların hakim olduğu bu kayıp toprakların göçmen çocukları, Anadolu’daki göreceli olarak zayıf benzeri anti-Hıristiyan duygulara da dayanarak, I. Dünya Savaşı da dahil olmak üzere ülkeyi idare etme becerisi gösterirler. Bu beş yıl içinde ciddi bir muhalefetle de karşılaşmazlar. Adını Balkanların Anadolu’ya taşınması olarak koyacağımız bu İttihatçı projenin, en büyük hedefi, Anadolu’nun ikinci bir Makedonya olmasına müsaade etmemek olacaktı. Özcesi, politikanın ağırlık noktası genel anlamda bir nüfus ve özellikle bu nüfusun taşınmasıydı. Batı’da üretilen kavram biçimiyle sosyal mühendislik, yani bir nüfusun politik bir amaçla sevk ve iskanı politikası. Bilindiği gibi, Anadolu, Balkanlar ve özellikle Makedonya gibi, Türk olmayan ve gayrimüslim kimliklerin, çeşitli bölgelerde yoğunlaştığı bir coğrafya idi: Rumlar Anadolu’nun batısında (Trakya ve Ege bölgeleri) ve doğu Karadeniz’de, Ermeniler altı doğu eyaletinde (bugünkü illerden büyük idari sınırlara denk düştüğünden), Kürtler Erzurum’un güneyi ve Sivas’ın doğusunda, Araplar ise neredeyse Antep’ten itibaren tüm güneyde. Bu durum İttihatçı “demografik” operasyonun şekillenmesinde mevcut veri tabanını oluşturacaktı. Bugünden bakıldığında iki aşama söz konusuydu: Hıristiyanların “çıkarılması” ve Müslüman gayri-Türklerin karıştırılması. Yani bir grup territoire politikasıyla, diğeri de bir population politikasıyla karşı karşıya bırakılacaktı. Osmanlı’nın gelenekselleşmiş iskan politikasına ek, Makedonya’da 1908′den itibaren denenmiş, öncülüğünü Dr. Nazım’ın yaptığı, ama pek başarılı olamamış İttihatçı iskan tecrübelerinin üzerinde, Balkan kaybının getirdiği korku ve intikam duygularının hakimiyetiyle ittihatçı Anadolu’yu Türkleştirme politikasına Bulgarlarla başlanır.”
Ermenilerin Osmanlı topraklarında ki yaşamlarına dair resmi söylem pembe bir tablo çizmektedir: “1071’de Türk hakimiyetine giren Ermenileri, Bizans’ın zulüm idaresinden kurtaran ve onlara insanca yaşama hakkını bahşeden Selçuklu Türkleri olmuştur. (…) Ermeniler 19 uncu yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı idaresinde, Türk insanının hoşgörüsünden de yararlanarak, adeta altın çağlarını da yaşamışlardır. Askerlikten muaf tutulan ve kısmen vergi muafiyeti tanınan Ermeniler, ticaret, zanaat ve tarım ile idari mekanizmalarda önemli görevlere yükselme fırsatını elde etmişlerdir. (…) Bu nedenle 19 uncu yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlıların bir Ermeni sorunu olmadığı gibi, Ermeni tebaa’nın da Türk yöneticileriyle halledemedikleri bir mesele mevcut değildir… Türklerin hoşgörüsüne rağmen, yabancı devletlerle ittifak etmek suretiyle Türklerle mücadeleye başlayan Ermeniler, Batının desteğini alabilmek için kendilerini ezilen bir toplum olarak göstermeye ve Anadolu üzerindeki egemenlik haklarını Türklerin gasp ettiğini dile getirmeye başlamışlardır. Bu faaliyetlerini basın aracılığıyla duyurarak kamuoyu yaratmaya çalışmışlardır. Bu asılsız propagandalarını iddialarının kanıtları olarak bugün de kullanmaktadırlar.1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları Ermenilerin daha fazla Batı’ya yönelmesine sebep olmuş, karşılıklı beklentiler artmıştır. Ermeniler, Misyonerler vasıtasıyla yönlendirilmeye ve yabancı devletlerin nüfuzu için kullanılmaya başlanmışlardır. Buna karşılık Ermeniler de Batı’yı amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç olarak görmüşlerdir”
Resmi söyleme devam edelim: “Kurulduğu günden itibaren, İslam Devletinin, kendi tebaaları olan gayrimüslimlere karşı daima müsbet tavırları olmuş; Devlete karşı sadakatlerini sürdürdükleri müddetçe, onların dini yaşantılarına hiç bir şekilde müdahale edilmemiş[tir].”
Her ne kadar resmi söylem Ermenilerin İslam topraklarında çok iyi koşullarda yaşadığını iddia ediyorsa da, bu söylem en başta resmi belgeler tarafından yalanlanmaktadır: Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Bey’e Ait Kanunlar’daki, Defter-i Yasaha-i Ergani’de:
“1. Tafsîl-i kanunname-i nahiye-i Ergani ber muceb-i kanun-ı Hasan Padişah…
18. Ve şehr-i Ergani cemaatınun Müslümanlarından ziraati olanından hums üzre alınır imiş. Ve bağlarından dahi dört bin karaca akça maktu virürler imiş ki bin üçyüz otuz akça-i Osmanî olur. Ve birer yük odun dahi alınır imiş. Bunları dahi alınmasınun mevsimi bağ akçası üzüm vaktinde ve odun son güz ayında ki kış evvelidir.
19. Ve şehir Erâminesi’nden (Ermeni’nin çoğulu) dahi bağ haracı diyü on iki bin karaca akça maktu alurlar imiş. Amma ol vakit mamuriyeti artuk imiş şimdiki halde andan dahi eksük olmağın dokuz bin karaca akça kaydoldı ki üç bin Osman akçası olur.”Üçyüz otuz Akçaya karşılık Üçbin!
Gerçekte Gayrimüslimlerin, dolayısıyla Ermenilerin yaşadığı ise ayırımcılıktır: “Hiç toprağı olmayanlardan bennak denilen bir haraç alınırdı. Eğer çift resmi ödemekle yükümlü çiftçi ailesi Gayrimüslim ise, haracın adı ispençe olurdu. Fakat gayrimüslimler, sipahiye ödedikleri ispençeden ayrı bir de merkeze cizye denilen bir başka haraç daha verirler, buna mukabil askerî yükümlülükten muaf tutulurlardı.”
Bu ayırımcılığa ilişkin açıklamasında Dadrian’ın şunları ekler: “Osmanlı Ermenilerinin yazgısına damgasını vuran faktör o imparatorluğun şiddetli teokratik yapısıydı. İmparatorluğun çok ırklı ve çok dinli karakteri, egemen Osmanlı-Türk unsurunu İmparatorluğu yönetmek için İslam Şeriatının inanç ve doğmalarına güvenmeye itti. Osmanlı sosyo-politik sistemi ‘milleti hakime’ ve milleti mahküme biçiminde iki tezat varlıkla ikiye bölünmüştü. Bu ikiliğin altında yatan ilke, müminlerin, yani Müslümanların üstünlüğünü ilan eden ve buna göre alt statüyü kafir ve dolayısıyla aşağı Gayrimüslimler olarak niteleyen bir dindi. Bu İslamî dogmanın bir doktrin olarak kurumsallaştırılması, Gayrimüslimlere karşı önyargı, ayrım ve dışlama pratiğinde buldu ifadesini.”
Gayrimüslimler, Müslümanlarla nasıl aynı haklara ve aynı statüye sahip olabilirdi. “[Müslümanlarca] Sağ el temiz, sol el pis işlerin görülmesinde kullanılır. Eğer Müslüman ile tokalaşmak isterse, ona sağ elini, gayri Müslime ise sol elini uzatır.” Ermeniler, merhabası bile farklı böyle bir toplumda yaşamaktadırlar. Ki bu toplumun millet-i hakimesi, Gayrimüslim azınlıklara verilen ‘hak’ları yadırgamışlar ve direnç göstermişlerdir. Bu ‘hak’lar Müslümanlarca sorunun kaynağı olarak gösterilmektedir.
Mutlak Sultanın bahşettiği “1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu’na göre Osmanlı İmparatorluğunun bütün uyrukları, din ya da milliyet olarak eşit olarak ilan edilmişlerdi. (…) İdam cezalarında kimsenin yargılanmadan idam edilemeyeceği öngörülmüştür. (…) Fermanın sonunda; Dost devletlerin de bu yöntemin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için, İstanbul’daki tüm büyükelçilere resmen bildirileceği’nden söz edilmesi, Ferman’ın Avrupalı devletlerin zorlamasının da etkisiyle gündeme getirildiğini, kendi halk ve azınlıklarını değil; Avrupa devletlerini tatmin için ilan edildiğinin bir argümanıdır. 1856 Islahat Fermanı ise Gayrimüslim azınlıklar lehine düzenlemeleri içermesine karşın, de facto olarak çoğu yerde bu Ferman’ın hükümleri yaşama geçmiyordu. Islahat Fermanı Gayrimüslim azınlıklara vergi eşitliği getiriyor, cizye vergisini kaldırıyor, ayrıca devlet dairelerine girişte Müslüman olma şartını kaldırıyor ve Gayrimüslimlere askerlik yapma şartını” getirmesine karşın, askerlik donanmadaki angarya hizmetleri dışında uygulanmıyordu.
″1892′de özel mekanlarda ayin yasağı; özel okullardan mezun olan çoğunluğu Ermeni değişik dinlerden etnik azınlık mensuplarına kamu hizmetlerinde görev yasağı, halife Ömer’in kelamıyla uyuşmayan tüm kitapların sansür edilmesi, hangi dilde olursa olsun İncil’den alınmış bölümlerin yayımının yasaklanması gibi uygulanmalar” getirilerek verilen “hak”lar geri alınıyordu.
1839 ve 1856 reformlarıyla azınlıklara da birtakım ‘hak’lar verilmesi çerçevesinde, Ermenilere de 1862 yılında bir Ermeni Meclisi düşer ve hiçbir etkinliği de olmaz.
Zaten bu fermanlarla bahşedilenler de insani ya da hukuki gerekçelere dair değildir, temel amaç İmparatorluğu bir arada tutabilme çabalarının bir parçasıdır. Ancak resmi söylem ve resmi tarihçiler Ermeni Sorunun bu fermanlardan kaynaklandığını iddia etmekte ısrarlıdırlar: ″İzafi de olsa, bizim kanaatımıza göre bunun [Ermeni Sorunu] biricik ve tek sebebi, Tanzimat ve ardından da Islahat fermanlarıyla azınlıkların müslümanlar gibi aynı statüye getirilmiş olmalarıdır. Nitekim tarihimizdeki binlerce ferman içerisinde en meşhur olan bu iki fermanın ilanından sonradır ki azınlıklar, kendilerine hukuken verilmiş olandan daha fazla haklar istemişler, anarşik hareketlere girişmişlerdir.″ Tarihçinin söylemi Genelkurmayla örtüşmektedir.
Ziya Paşa Zafername adlı hicviyesinde:Rumdan,Ermeniden yaptı müşir-i bala
Eyledi resm-i musavvatı hukuku ikmal
Dizeleri Müslümanların eşitlik ten ne kadar rahatsız olduğunun, eşitliğin kabul edilmediğinin ifadesidir.
Ermeni Sorununun uluslar arası diplomasinin konusu (!) olduğu Londra Konferansından sonra “1877 yılını takip eden on yıl, Anadolu’nun İslamlaştırılmasını ve/veya Türkleştirilmesini amaçlayan politikaların başlangıç dönemi olarak görünmektedir. Gerçekten, Osmanlı arşivlerinde yapılan yeni çalışmalar, Osmanlı idaresinin -mesela Bosna-Hersek’ten gelen- Müslüman göçünü etkin bir şekilde teşvik ederken, aynı zamanda yeni çevrelerinde mutsuz olan göçmenlerin, asıl memleketlerine dönmeleri konusunda cesaretlerini kırdığını göstermektedir.″ Görüldüğü gibi Londra Konferansı aynı zamanda Anadolu’da etnik temizliğin miladı olarak da alınabilir.
Aslında Sorunun uluslararası planda ele alınması(!) Osmanlı yöneticilerinin işine gelmiş bu ele alış(!) Ermenilere ve diğer azınlıklara baskı aracı olarak kullanılmıştır. Sorunun Uluslararası arenada gündeme gelişi(!) bir anlamda kırımların gerekçesini oluşturmuştur. Sözün kısası Ermeni Sorunu’nun aslında uluslararası boyutu hiçbir zaman olmamıştır. Emperyalist çıkarlar ve reel-politik her zaman insan haklarının önüne geçmiştir. Büyük bir gürültü ile topladıkları Malta Sürgünleriyle ilgili bir İngiliz’e bütün Türkler bedeldir denerek, hiçbir işlem yapılmaması ve ardından Perincek’in, “1. Dünya Savaşı ile başlayan Kurtuluş Savaşı’nda, 1914’ten 1922’ye kadar vatan savunuldu ve emperyalizm yenildi… Burada imzalanan Lozan antlaşması ile bağımsızlığımızı ve haklılığımızı bütün dünyaya onaylattık” dediği gibi Lozan’da Soykırımın tescili, bunun açık kanıtları olarak önümüzde durmaktadır. Lozan sonunda ilan edilen genel af da bütün kırım suçlularına af(!) getirmiştir.
Sorunun Uluslararası(!) planda nasıl ele alındığına ve neticeye bakarsak Ermenilere uluslararası herhangi bir desteğin gelmediğini ve soykırıma varıncaya kadar seyirci kalındığı gerçeği önümüzde durmaktadır:
“Karlofça Antllaşması’nın 13. maddesi de azınlıklarla ilgili hüküm içeriyordu.
1774 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın 7. maddesi ile Babıali Hıristiyan dinine ve bu dinin kiliselerine sürekli bir koruma vaat eder denilmişti. 1878 Berlin Antlaşması ile de Osmanlı İmparatorluğu dini inançların himayesini garanti ediyordu…” Bu anlaşmalarda verilen taahhütlerin ne anlama geldiğini resmi tarihçiler: “Osmanlı Devleti, Paris Andlaşması (1856) ile Balkan Hırıstiyanlarının imtiyazlarını genişlettiği gibi hem müttefiklerine ve hem de harbi mağlup olarak bitiren Rusya’ya gayrimüslim tebaa için gerekli ıslahatı yapacağı taahüdünde bulundu.” Sözleriyle açıkladığı gibi yine resmi tarihçiler tarafından: “Doksanüç harbinden sonra yapılan Ayestefanos ve Berlin Antlaşmalarında Ermenilere bazı siyasi haklar veriliyorsa da Abdülhamit Devleti’nin güvenliği açısından bu maddeleri çalıştırmamış ve onun bu tutumu üzerine, Ermeniler, Batı’nın teşvik ve yardımlarıyla isyanları çoğaltmışlardır.″ sözleriyle bu anlaşmaların anlamını ve kaderini de açıklamaktadırlar.
Neticede Ermeni Sorunu uluslararası planda ele alınmamış sadece geçiştirilmiştir. Ermenilere verildiği söylenen uluslararası destek(!) bir hiçtir. Ermeni sorunu’nun uluslar arasılaşmasını(!) bir Ermeni temsilcisi Berlin Antlaşmasını sonrası Beyrut’a döndüğünde şöyle ifade eder: “Berlin’de özgürlüğü gördüm. Ama bir kâğıt parçası, yiyemedik. Evlatlarım, [yani Ermeniler] hiç yabancı umuda bel bağlamayın.”O devletler, “Ermenilere ve Ermeni sorununa yaklaşımlarında her zaman çıkarlarını önde tuttular. Gerek duyduklarında arka çıkıp sesini yükselttiler, değilse başlarını kuma gömüp laf olsun diye bir şey söylediler.”Emperyal çıkarlar her şeyin önüne geçti.
İttihatçılar, uluslar arası güçlerin etkilerinin olmadığını ve eylemlerinin kuru gürültünün ötesine geçmediğinin farkında olduklarından uygun fırsatı değerlendirmekte gecikmediler. “Uluslararası anlaşmaların amaçladıkları gibi, Ermenilere politik ve ekonomik rahatlık getirmemeleri ve/yada bu yönde bir irade ortaya koyamamaları üzerine, İttihadçı Jön Türk liderler Türk-Ermeni çatışmasını şiddet yoluyla çözüme bağlamayı seçtiler.”
Büyük güçlerin “Osmanlı yetkililerinin zoraki rızası ve işbirliğiyle,Osmanlı Ermenileri’nin durumunu iyileştirmek için hazırlanmış olan reform projelerinin birçok özelliği, sonradan Osmanlılar tarafından devletin egemenliğine milli çıkarlara ya da şeriata aykırı görülerek,sonuçta yırtılıp atılmıştır.”İmzaladıkları anlaşmalar sadece zaman kazanmaya yöneliktir, son olarak imzaladıkları 8 Şubat 1914 tarihli reform anlaşmasını sulandırdıklarında güçlerin ses çıkarmayacaklarını bilmektedirler. Reformların uygulayıcısı Hoff’un yardımcılıklarına Babası 1896 katliamlarında önemli rol oynayan, kendisi de 1915 kırımında rol oynayacak Diyarbakır mebusu Feyzi (Pirinççioğlu) ve Talatın kayınbiraderi 1915 kırımlarının aktörü Mustafa Abdülhalik (Renda) nın atanması İttihad’ın reformlardaki ciddiyetinin(!) ve niyetinin örneğidir.
Jön Türklerin Ermenilere bakışı aslında Abdülhamit’ten farklı değildir. İttihat ve Terakki ideologları ve yöneticileri Türkçüdürler, Türkçülüklerini de hiçbir zaman saklamamışlar, Diğer Türkçüleri bir yana bırakalım, liberal olarak tanımlanan Ahmet Rıza Bey olsun, Mizancı Murat Bey olsun İslamcılığı, Osmanlıcılığı ve Türkçülüğü aynı kategoride gördüklerini ifade etmekten çekinmezler. İttihadın genlerinde Türkçülük vardır. 1911 Selanik İTC Kongresinde açıktan Türkçülüğü tatbik sahasına koymaktan çekinmezler: “İttihat ve Terakki’nin ulusal politikası açısından 29 Eylül-9 Kasım199’de Selanik’te toplanan IV. Kongre özel bir önem taşır. Kongrede Türkçülük doktrini de facto kabul edilmiş, bu akımın temsilcilerinden üç kişi de Heyet-i Merkeziye’ye seçilmişti.Partinin tüm ideoloji oluşturma çalışmaları ziya gökalp’e teslim edilmişti”
1908 darbesini Selanik’ten gerçekleştiren İTC’nin Anadolu’da örgütlenmesi yoktur, Anadolu’daki zaafını Ermenilerle kapatmak isteyerek, 1907 tarihinde İTC’nin Ermeni Devrimci Federasyonu’yla (Taşnaksutyun) işbirliğine girer ve geçici hürriyet baharında bu işbirliğini sürdürmesi İttihatçıların Anadolu’da örgütlenebilmesine yöneliktir. Bu sayede İttihatçılar Anadolu’ya Taşnak’lar kanalıyla gazetelerini ulaştırabilmiş ve Anadolu’da örgütlenmişlerdir.
Ne zamanki İttihatçılar taşrada ittifaklarını buldular ve taşra eşrafıyla buluştular, artık Ermenilere ihtiyaçları kalmayacak ve yok etme gerekçelerini tasarlayacaklardır: ″Talat Paşa anılarında, Hınçak ve Taşnak örgütlerinin faaliyetlerine ilişkin önemli belgeler sunduktan sonra şöyle der: Ermenilerin bu isteklerini haklı gösterecek tarihi hiç bir hakları yoktur. Osmanlılar Doğu illerini Ermenilerden almadılar. Ermeniler ise Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan bugüne kadar hudutlarımızın temini ve istiklali hususunda hiçbir gayret veya hizmet sarf etmediler … Vatan’ın bütün yararlı şeylerini paylaşan bu halk, onun kaderlerine ve yüklerine asla katılmıyordu. Ülkenin mutluluğundan da ıstıraplarından da çıkar sağlıyorlardı; Vatan için hiçbir savaşa katılmadılar ve bu uğurda bir damla kan dökmediler.”Suçlanan yine Ermenilerdir.
Abdülhamit’in İmparatorluğu ayakta tutabilmek için geliştirdiği ve dayandığı ümmet kompozisyonu içinde görülmeyen Ermenilere, Gerek istibdat’a karşı mücadelelerini gerekse Abdülhamit’in dışlayıcı politikası gereği başlayan kırımlara karşı Ermenilerin örgütlenişini ve direnişini, iktidara gelmek için iyi kullanan İttihat ve Terakki, iktidarını sağlamlaştırdığında Abdülhamit’in politikalarına açıktan yönelerek, Ermenileri ortadan kaldıracaktır. İhtiyaç kalmayan unsurun gereği de yoktur. “İttihad ve Terakki’nin en son fikri, Türk olamayan unsurların Türk halkı içinde asimile edilmesiydi. Balkan Savaşının patlak vermesi İttihat ve Terakki Cemiyetinin politikasına uygun düştü”
Balkan Savaşları bir yandan Osmanlı imparatorluğunun dağılmasının işaretini verirken, öte yandan Türk milliyetçiliğinin açıktan ifade edilmesine ve uygulanmasına yol açar. 1911 Trablusgarp Savaşı’nın Osmanlı’nın Afrika’daki tasfiyesini ifade ettiği gibi, Balkan Savaşı da Avrupa’daki tasfiyesini ifade etmektedir ve İttihatçılara göre sıra Asya’daki topraklara gelmiştir. Bu algılama Ermeni sorununu yeniden harekete geçirir. Ancak Balkanlardaki yenilginin ve Anadolu’ya akan göçmenlerin son derece önemli etkileri olmuştur. Osmanlı yönetimi, yani bu bağlamda özellikle İttihat ve Terakki, Osmanlılık politikasının, bir başka deyişle çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceğini, Osmanlı’dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika güdülmesi gerektiğini, güdülmezse top yekûn yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelindiğini düşünmektedir. Bundan böyle Osmanlı devlet yönetimi bir Türk milli politikasının hizmetinde olacaktır ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır.
Öte yandan, 1912′nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesi sürecinde, bu özerkliğin bağımsızlığa giden yolun ilk kademesi olacağı herkesin malumudur. Rusya’nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914′te Osmanlı hükümetine kabul ettirilir. Bu projeye göre altı vilayet birleştirilecek, Ermenilerin çoğunlukta olacağı bir vilayet meclisi kurulacak ve valinin yanında yabancı müfettişler bulunacaktır. Norveçli Müfettiş Hoff ve yardımcısı Hollandalı Stenenk, Ağustos 1914′ün başında Erzurum’a gelmişlerdi. Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür.
“1912/13 Balkan yenilgisi sonucu, Avrupa’daki Toprakların tümü kaybedildi. Bağımsızlık, özgürlük talep eden halklar “nankörler” olarak algılandı. Balkanlardan ve Kafkasya’dan kaçan Müslüman halkar, Hırististiyanlığa karşı öfkelerini de beraberlerinde getirdiler. Aynı dönemde, Turan fikri, Asya’daki Türki halklarla birleşme, büyük bir Türk-İslam İmparatorluğu kurma hayali ve ideolojisi de bu dönemde gelişti. Batıdaki Rumlar, doğudaki Ermeniler, bu idealin önündeki en büyük engeller olarak görüldü”
M. Kemal „1915’te ne oldu?“ sorusuna cevap olarak, bir mülakatında, milyonlarca Hıristiyan vatandaşın acımasızca tehcir ve kıyıma uğratıldığı cevabını verir : “Yuvalarından kitle halinde acımasızca tehcir edilen ve kıyıma uğratılan milyonlarca Hıristiyan teb’amızın hayatlarının hesabı kendilerinden sorulmak gereken Genç Türkiye Partisin[den]” Söz eder. İttihatçıların 1915 teki marifetlerine dair bu sözler, M. Kemalin İsviçre’li sanatçı ve gazeteci Emile Hilderbrand’a 1926 yılında verdiği mülakatta geçmektedir.
“21 Şubat 1921’de, Public Ledger-Philadelphia muhabirinin sorularına verdiği yazılı demecinde, Mustafa Kemal’in sözleri yorum yapılmayacak kadar açıktır:
İngiltere’nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda’ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz.Bize karşı yapılmış olan iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi şayet İtilaf Devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi evlerine dönmüş olurlardı.”
Kurucu iki ayrı tarihte konuyu zıt kelimelerle formüle etmiştir. Ancak biz Soykırım faillerine karşı eylem ve işlemleri, 1921 tarihli açıklamasını doğrulamaktadır. Murat Bardakçı, 4 Şubat 2007 tarihli Sabah Gazetesindeki “Atatürk, Ermeniler’in El Konulan Mallarını Ermeni Terörünün Yetim Bıraktığı Çocuklara Dağıtmıştı” başlıklı yazısında bu konuda belgeler ve kanıtlar sunmaktadır.
İTC iktidara geldiği andan itibaren sürekli -savaş olsun yada olmasın- toprak kaybetmektedir, son Balkan Savaşı’nda Avrupa Kıtası’ndan neredeyse sürülmüştür, İttihatçılar o zaman Anadolu’yu keşfederler: “Bu savaşta Batıda kaybettikleri toprakları Doğuda kazanmayı, tüm Türkleri Panturanizm (ırkçı Türkçülük) bayrağı altında toplayarak, yitirdikleri gücü ve ihtişâmı restore etmeyi umuyorlardı… Aslında panturanist İttihatçı proje, gerçekleşme şansı olmayan bir proje idi. Zira böylesi bir hedefe angaje olmak demek, emperyalist olmadan emperyalist hedefler peşinde koşmak demektir… Panturanizm projesiyle, Kafkaslar’dan İran Azerbaycanı’na, oradan Orta Asya’ya kadar tüm Türkleri ve Türkî toprakları içine alan büyük bir Türk İmparatorluğu düşleniyordu… Eğer, yegane çıkış yolu olarak, ırk temeline dayalı milliyetçilik söz konusu ise, öncelikle böyle bir projenin önünde duran engellerin bertaraf edilmesi gerekirdi… Jön Türklerin Türk ırkına dayalı bir ulus oluşturma projesi, imparatorluk dahilindeki etnik unsurları üç gruba ayırıyordu: Türkler (‘kendileri pek farkında olmasalar’ da, etnik köken olarak Türk sayılanlar), Türkleştirilebilir olanlar: (Çerkezler-Lazlar vb.), hem etnik köken itibariyle Türk olmayan, hem de Müslüman olmayan unsurlar: Ermeniler, Anadolu Rumları, Asurîler-Keldaniler… İşte Ermeni Tehciri olarak sunulup-bilineni, bu bütünlük içinde kavramak gerekir. Dolayısıyla asıl amaç, Anadolu’yu ırkçı-milliyetçilik projesi için sorun yaratan (veya yaratma potansiyeli olan) unsurlardan temizlemekti. Bu amacın gerçekleşmesi, Ermeni Tehciri denileni (aslında Ermeni Katliamını) gündeme getirmişti…″
Ermeniler ayrıca imparatorluğun en zengin topluluklarından olması da iştahı kabartan ayrı bir etkendir. Ermenilere 1894-96 ve 1919 Adana katliamlarıyla bir miktar Ermeni zenginliğine el konulsa da Ermeniler hala ekonomik olarak güçlüdürler. İmparatorluğun Türkleştirilmesi yanında sermayenin de “Türk”leştirilmesi gerekmektedir. M. Kemal Adana’daki bir konuşmasında: “Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiç bir hakkı yoktur. Memleket sizindir”demektedir.
1912 İTC kongresinde karalaştırılan Etnik temizlik planı uygulamaya başlayalı çok olmuş, temizlik çok önceden başlamıştır: “1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti ülkenin kaderinde büyük iz bırakacak bir örgütlenmeydi. Bilinen üç liderine ek olarak diğer yetkili kadroların büyük bir kesimi de yaşları 30-35 arasında olan Balkan kökenlilerdi. Kayıp topraklardan gelmiş ve Anadolu’ya nazaran İmparatorluğun daha Batılı ve laik ortamını solumuş, başta Bulgar komitacılarına karşı olmak üzere gerilla savaşlarının içinde ötekileştirilmiş ve bir araya ge(tiri)lmiş bu cemiyetin merkezi, 1912 yılında Selanik’ten İstanbul’a taşınır. Tarih, Selanik’in Yunan Krallığı tarafından ele geçirilmesi tarihidir. Bu taşınma, sadece Selanik merkez komitesinin değil; siyasi ve askeri tüm kadronun (fedailer, teşkilatı mahsusa vs) ve sayıları 250 bin olacak bir göçmen kitlesinin taşınmasıdır. Üstelik, bu taşınma içinde yer alan devletin bölgedeki çoğunluğu İttihatçı olan askeri ve idari ekibi de Anadolu’ya taşınmış olur. Ama her şeyden önemlisi, Balkanlardan Anadolu’ya taşıdıkları, korku ve intikam duyguları olur. Rum ve Hıristiyan karşıtı duyguların hakim olduğu bu kayıp toprakların göçmen çocukları, Anadolu’daki göreceli olarak zayıf benzeri anti-Hıristiyan duygulara da dayanarak, I. Dünya Savaşı da dahil olmak üzere ülkeyi idare etme becerisi gösterirler. Bu beş yıl içinde ciddi bir muhalefetle de karşılaşmazlar. Adını Balkanların Anadolu’ya taşınması olarak koyacağımız bu İttihatçı projenin, en büyük hedefi, Anadolu’nun ikinci bir Makedonya olmasına müsaade etmemek olacaktı. Özcesi, politikanın ağırlık noktası genel anlamda bir nüfus ve özellikle bu nüfusun taşınmasıydı. Batı’da üretilen kavram biçimiyle sosyal mühendislik, yani bir nüfusun politik bir amaçla sevk ve iskanı politikası. Bilindiği gibi, Anadolu, Balkanlar ve özellikle Makedonya gibi, Türk olmayan ve gayrimüslim kimliklerin, çeşitli bölgelerde yoğunlaştığı bir coğrafya idi: Rumlar Anadolu’nun batısında (Trakya ve Ege bölgeleri) ve doğu Karadeniz’de, Ermeniler altı doğu eyaletinde (bugünkü illerden büyük idari sınırlara denk düştüğünden), Kürtler Erzurum’un güneyi ve Sivas’ın doğusunda, Araplar ise neredeyse Antep’ten itibaren tüm güneyde. Bu durum İttihatçı “demografik” operasyonun şekillenmesinde mevcut veri tabanını oluşturacaktı. Bugünden bakıldığında iki aşama söz konusuydu: Hıristiyanların “çıkarılması” ve Müslüman gayri-Türklerin karıştırılması. Yani bir grup territoire politikasıyla, diğeri de bir population politikasıyla karşı karşıya bırakılacaktı. Osmanlı’nın gelenekselleşmiş iskan politikasına ek, Makedonya’da 1908′den itibaren denenmiş, öncülüğünü Dr. Nazım’ın yaptığı, ama pek başarılı olamamış İttihatçı iskan tecrübelerinin üzerinde, Balkan kaybının getirdiği korku ve intikam duygularının hakimiyetiyle ittihatçı Anadolu’yu Türkleştirme politikasına Bulgarlarla başlanır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder