29 Mart 2012 Perşembe

MEZBAHA VILAYET HARPUT

Ermeni kadınları- erkeklerın birçoğu hapisteydi- Haziran 1915 sonlarında büyük bir telaş ve panik içinde ev eşyalarını yok pahasına elden çıkarmak ve yol hazırlıklarına başlamak zorunda kaldılar .Ermeni mülklerinin baş mirasçısı, terk edilmiş olarak kabul ettiği bu mülkler için özel olarak kurduğu Emval-i Metruke İdare Komisyonu'nu devreye sokan devlet oldu. Müslüman komşulardan bazısı, korku içindeki Hiristiyan komşu kadınlara yardımcı oldular ve mülklerine harem, yani dokunulmaz gözüyle baktılar.Ancak daha büyük bir kısmı ellerine geçen bu fırsatı , servetlerini artırmakta kullandı.Sokakları dolaşıp Türk erkek, kadın ve çocuklarının yok pahasına ele geçirdikleri eşyaları evlerine taşır görünce insanın aklına akbabalar geliyor ister istemez, diyordu Tracy Atkinson ve devam ediyordu: " Eşyalarını kendileri (Ermeniler) için saklamak istedik , ama hükümet bunu yasakladı. Vali Sabit kısa bir süre sonra şehrin en güzel ve modern Ermeni evine yerleşti.Erzurum sürgün kafilesinden bir takım zengin Ermeni kadınları, olaysız ve "yasal" bir servet transferi için Müslümanlarla evlenmek zorunda bırakıldılar.Başka bir vakada ise polis,sürgün edildiği yerden kaçarak Malatya'ya ulaşmayı ve ABCFM (Misyonerlik)hastanesine sığınmayı başaran zengin bir Harputlu Ermeni kadını yakalamak için olağanüstü bir çaba sarf etti.Aslında Polis kadın kaçakları fazla umursamıyordu, ancak bu vakada kadının komisyona verilmeyip yerel ileri gelenler tarafından el konulan mülkünü geri isteyebilme tehlikesi mevcuttu.Çalıntı Ermeni mülkü için özel kişiler,merkezi ve yerel memurlar arasında başlayan kıyasıya mücadele, hükümetin çıkarları doğrultusunda gerçekleşen birkaç yargılamaya neden oldu.Bu yargılamalar sonrasında bazı savaş rejimi savunucularının iddia ettiği gibi İttihatçı devlet tarafından insan hakları zedeleyicilerinin hukuksal takibatı olarak görülmemelidir, çünkü böyle bir şey sözkonusu değildi.Aksine, devlet bir yandan çalıntı mülkler üzerindeki hakkını muhafaza etmeye çalışırken, diğer yandan da kitlesel katliamlar hakkında çok fazla bilgi sahibi olan bazı kişileri ortadan kaldırmak istiyordu.Daha 1915 yazından ve yoğun olarak sonbaharından itibaren , Dahiliye Nezareti Rus cephesinden kaçan Müslümanları terk edilmiş Ermeni köylerine yerleştirmeye başlamıştı.
Gerçi ABCFM (Misyonerlik merkezi) Ermeni mülklerini güvence altına alamıyordu.ancak misyon istasyonun muhasebecisi Henry Riggs,büyük para meblağlarını resmi makamlardan kaçırarak Ermeni sahiplerinin talimatları doğrultusunda ABD'deki yakınlarına göndermeyi başarmıştı.Bunu Osmanlı Bankası aracılığıyla ve Ermeni ticari mumesillerinin yardımıyla yapıyordu.Arada sırada da alenen posta kanalını kullanıyordu.Paralar muhasebecinin eline genellikle misyonerlerin en geniş hareket özgürlüğüne sahip oldukları misyon hastanesi üzerinden geçiyordu.Sık sık 50 kilodan ağır altın ve paraları at sırtında Harput'tan Mezreye taşıyordu.Ne varki Emval-i Metruke İdare KomisyonuErmeni ilişki ağını dikkatle denetliyordu, çünkü valinin Riggs'in 1917 yılı raporunda belirttiğine istinaden dediği gibi, " sürgün edilen tüm kişiler hükümet tarafından ölü kabul ediliyor(du)."Komisyon haklı olarak Riggs'te bulunduğunu tahmin ettiği Ermeni servetini ele geçirmek istiyordu.Ancak Riggs tüm parayı havale etmiş olduğu için , eli boş geri dönmek zorunda kaldı.Birkaç kez bu paraları ABD'den geri istemeye zorlandığı halde, Riggs bunu asla yapmadı.Örneğin Harputlu bir Türk, haremine dahil ettiği bir kıza ait ve ABD'ye gönderilmiş olan parayı, söz konusu kişinin arzusu dışında geri istiyor,hatta bu maksatla valiyi devreye sokuyordu.
ABCFM misyonerlerinin sürgünlere refakat etme talepleri geri çevrilmişti.Sadece Sivas misyonundan Mary Graffam, kendi şehrinden sevk edilen 2.000 kişilik bir kafileye bir kaç gün boyunca refakat edebilmişti.Ancak daha sonra,bitkin ve perişan bir haldeyken, herhangi bir açıklamaya gerek görülmeden yola devam etmesi yasaklanmıştı.Harput'un 80 km güneybatısında bulunan Malatya'da üç hafta beklemek zorunda kalmış, sonra da Sivas'a geri dönmüştü.Valinin verdiği sözün aksine, Harput makamları aileleri erkekleri olmadan sevk ediyordu. Erkeklerin tutuklanmasına haftalar önce başlanmıştı ve hala devam ediyordu.Daha önce de olduğu gibi, jandarmalar 11 Temmuz sabahı erkenden yaklaşık 800 Ermeniy'le ağzına kadar dolmuş olan hapishaneyi boşalttılar.Erkekleri bağlı vaziyette Malatya ya doğru götürdüler ve şehrin dışındaki tepelerde süngüleyerek öldürdüler.Bu katliamdan bir tek eczacı Melkon Lulecian kurtulmayı başarmıştı ve geceleyin ABCFM (Misyonerlik merkezi)hastanesine sığındı.Ortadan kaybolan erkeklerin kaderi hakkında misyonerlere somut bilgiler verebilmeyi başaran ilk kişi oydu.Köy sakinleri onun ifadesini doğruladılar.Misyonerler onu Dersim üzerinden Ruslara göndererek güvenliğini sağlamayı başadılar.Resmi makamlar hapishaneyi kısa sürede tekrar doldurdular ve aynı süreç tekrarlandı.Temmuz ortasında neredeyse tüm erkekler öldürülmüştü. Tracy Atkinson hapishaneye gizlice jilet sokmayı başararak, idam mahkumlarının hiç olmazsa birkaçının yolda bağlarını keserek kaçmalarını ve Dersim'e sığınmalarını sağladı.içinde bulunduğu tehlikeyi ise şu sözlerle karşılıyordu: "Hapse girmekten zerrece korkmuyorum, insanların yapacaklarından da,gerekirse ölmekten de, ama günah işlemekten korkuyorum , bu da günah.
Kuzeyden, Erzurum, Erzincan, Ordu ve Trabzon'dan gönderilen ve temmuz başlarında Harput-Mezreye ulaşan sürgün kafilelerindeki kadınlar, kadın misyonerlere maruz kaldıkları cinsel tacizleri anlattılar.Yaşadıklarını erkeklere anlatmaları mümkün değildi.Yerel Kızılay hastanesi yetkilisi olan Türk,elindeki tüm yetersiz imkanlara rağmen,perişan durumda ve hasta olan sürgünlere yardım etmek için elinden geleni yaptı ve çoğuna sağlık hizmeti sağladı.bu kişi daha sonra görevden alındı.Hiristiyan Tracy Atkinson , bu Müslüman'ı "cenette tekrar görebilmeyi" umut ediyordu.Yabancıların aksine, Harputlu Müslümanlar, sahip olmayı istedikleri kadınları kafilelerden çekip alabiliyorlardı.yol boyunca olumsuz şartlar sonucu ölmemiş olan sürgünler, Mezrede'ki konaklamaları esnasında,Gölcük Gölü'nün (Sivrice Gölü)kıyısındaki tepelerde katledildiler.Bu haber Harput-Mezre'de yayıldığı vakit, o zamana dek sürgünden geçici olarak kurtulmayı başarmış olanlar ya kaçmaya ya da resmi makamların tüm yasaklamalarına rağmen, sık sık görüldüğü üzere Müslüman ailelerin yanında gizlenmeye başladılar.Bunlar özellikle kadınlar,kızlar ve çocuklardı.Evlilik yoluyla kurtulan kızlar genellikle, ama her zaman değil,Müslüman oluyordu.

Mezre ,tıpkı Urfa gibi,dolamaçlı yollarla genellikle güneye doğru göndrilen kafilelerin buluşma noktasıydı. Yolların dolamaçlı olmasının sebebi, gerçek anlamıyla techir merkezlerinin olmasıydı.Suriye çölü'ndeki toplama kampı Rakka , "tesadüfen" hayatta kalanlar için bir yakalama merkezi niteliğindeydi, çünkü görgü şahitlerinin de belittiği gibi, "techir" olarak adlandırılan bu olay, aslında bir "ölüm yürüyüşün"den başka bir şey degildi.Urfa geçiş kampı Jakop Kunzer tarafından , Mezre"ölüm kampın"da Amerikalılar tarafından ayrıntısıyla tasvir edilmişti. Kadın ve erkek misyonerler ile konsolos Leslie Davis, biri şehrin batışındaki bir alana,diğeri etrafı duvarlarla çevrili bir Ermeni mezarlığına kurulan iki ana kampı defalarca ziyaret etmişlerdi.Ziyaretciler, yarı ölü durumdaki binlerce insana etkili en küçük bir yardımda bile bulunamıyorlardı.Sürgünlerden bazılarına ekmek dağıtma girişimine, sebep olduğu korkunç sahnelerden ötürü derhal vazgeçmişlerdi.Henry Riggs, 1915 yazı boyunca kampta olanları Harput'taki evinden teleskopla izlemişti:kadınların ve çocukların çoğunun nasibi uzun,bitmek tükenmek bilmez acılar çekmekti, katliam onlar için neredeyse bir kurtuluş gibi görünüyordu-bu dehşeti hazırlayıp planlayanların öngördükleri acılardı bunlar.Temkinli bir dille konuşuyorum ve suçu işleyen Jön Türklere yönelik bu ağır ithamın bir gerçek olduğunu belirtmek istiyorum.


Bu vilayetin "Mezbaha" olarak anılmasının sebebi, yaklaşık bir günlük yürüyüş molasının verildiği, her yürüyüş kolunun geride düzinelerce ölü ve ölmek üzere olan insan bıraktığı geçiş kampları ya da dolamaçlı , hiçbir ikmal imkanın bulunmadığı ölümcül yürüyüşler değil , aksine Gölcük (Sivrice gölü)Gölü kıyısında yapılan kitlesel katliamlardı.Pek az sayıda erkek ve kadın , çocukların ise sadece bir kısmı bölgeden sağ olarak ayrılabildiler.Güneydoğu yönünde ilerleyen kafilelerdeki tüm sürgünlerin katledildiği söylentilerinin gerçekliğini ve bunun ne süretle yapıldığını araştırmak isteyen Konsolos Leslie Davis- kendisi ve misyon hekimi Henry Atkinson, bir ekim sabahı erkenden sürgün rotasını izlemeye başladılar.Fotoğraflarla destekledikleri ifadeleri şok ediciydi.Yol boyunca gördükleri "alışıldık" münferit ölülerden sonra ,20 km kadar ileride, tüm göl kıyısı ve tepelerin ve kayaların arasındaki çokeltilerin, katledilmiş çıplak insan cesetleriyle dolu olduğunu gördüler.Cesetlerin büyük çoğunluğu kadınlara ve çocuklara aitti.Vucudu zarar görmemiş bir tek kadın cesedi bile yoktu , kimi son derece tuhaf şekillerde öylece yatıyordu.Çeşitli köylülerle konuşan iki gözlemci, civardaki Sunni Kürtlerin jandarma tarafından bu katliamı gerçekleştirmekle görevlendirildiğini öğrendiler.Bu hizmetlerinin karşılığı olarak da, önceden soyunmak zorunda bıraktıkları kurbanlarının üzerinde bulunan her şeye el koyabileceklerdi.Mermi tassarufunda bulunmak için kurbanlarının bir kısmını süngüleyerek veya döverek öldürmüş, çoğunu da uçurumlardan aşağı atmışlardı.Cesetlerden bazılarını yakmışlardı;ama bunu salgın tehlikesinden korunmak için değil , yutmuş olabilecekleri altınları ele geçirmek için yapmışlardı.Leslie Davis ve Hanry Atkinson, gölün etrafında tahminin en az 10.000 ölü bulunduğunu tesbit ettiler.Sürgünleri Gölcük kıyısındaki şiirsel manzarada bir kaç gün bekletmiş ve başına gelecekleri anlamamaları , bir ölüm kampında bulunduklarını anlamamaları için onları el değmemiş bölgelere götürmüşlerdi.Bu insanların ortadan kaldırılmasıyla kültür mirasının, özellikle de kiliselerinin yok edilmesine başlanmıştı .Davis'in ziyaret ettiği duzinelerce Ermeni köyü, yok denilecek kadar az sayıda çatışmaya sahne olmalarına rağmen ,aynı yıkım ve felaket görüntüsünü arz ediyordu.

"Dr Atkinson'in yurda döndüğünde yas içinde olması , kötülüklerle dolu bu dünyada daha fazla yaşamak istememesi hiç de şaşırtıcı değil " diye yazıyordu Tracy Atkinson.Kocası araştırma gezisinden iki ay sonra tifodan ölmüştü.



HANS -LUKAS KIESER

Iskalanmis Baris
Dogu Vilayetleri'nde Misyonerlik ,Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder