30 Mart 2012 Cuma

Ermeni Soykırımı’nda akıl zafiyeti / 25 Mayıs 2011

Belirginleşmiş suç, suçluyu rahat bırakmaz. Suçlu, ümidini yalana bağlar. Bir yalan ise, yeni bir yalana yol açar. Ermeni Soykırımı’nda akıl zaafiyetine düşmüş Türkiye’nin resmidir.
Tenkil olayını planlayan ve gerçekleştirenler ise hükümetin ileri gelenleri; resmi devlet görevlileri, bakanlar, bölge valileri, polis şefleri vs… Lakin yargılananlardan sadece üçünün cezaları uygulanmış, bunlardan ikisi –Mehmet Kemal ve Behramzade Nusret- Kemalistler tarafından kahraman ilan edilmişlerdir. Behramzade Nusret’in infaz günü olan 5 Ağustos 1920 tarihinde Ankara Meclisi, saygı nişanesi olarak 10 dakikalığına oturuma ara vermiştir. Tekrar Ankara Meclisi, 9 Aralık 1920 günü kabul ettiği bir karara istinaden Kemal’in ailesine aylık bağlamış, aynı yılın 25 Aralığında da Behramzade Nusret’in ailesine aylık bağlanması kararı almıştır.
Talat Paşanın, „müzede sergilenmek üzere dünyada bir tek Ermeni bırakmaya karar vermiş oldukları“ sözünü gözönünde bulundurduğumuzda, Osmanlı Hükümeti’nin gerçekleştirmiş olduğu “tehcir sınırlı ölçekte olmuştur”, çünkü sadece Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ermenilere yönelik olmuştur.
Şu bir gerçek ki, Ermeni Soykırımı’nın inkârı, cumhuriyet Türkiye’sinin tüm hükümetlerinin politikasıdır
İngiliz ajanı Frew, Kemalistlerin, İttihatçıların suçlarını kınaması gerektiğini Mustafa Kemal’e belirtiğinde, Kemal:
-Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim!.. Fakat müsaadenizle söylemeliyim ki, İttihat ve Terakki vatanpever bir cemiyet idi (Sina Akşin, “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele”, İstanbul, 1983, s. 192.)” demiştir.
Ermeni Soykırımı nedeniyle mahkemeler tarafından suçlu bulunarak Malta’ya sürülen çok sayıda Genç Türk’ün, cumhuriyet döneminde neden önemli mevkilere gelmiş olduğu sanırız açıklık kazanmaktadır. Örneğin, ☛Ermeni Soykırımı esnasında Bitlis ve Halep valisi olan ve bölge Ermenilerinin katledilmesi konusunda sorumlu olan Abdülhalik Renda, Malta sürgününden döndükten sonra İzmir valisi, 1924–1930 yıllarında ise Maliye, Milli Savunma ve Bahriye Bakanı olmuş, 1935 yılında TBMM Başkanı, daha sonra da devlet bakanı olmuştur.
☛Halep ve adana vilayetlerinde gerçekleştirilen tehcir ve kırımların sorumlusu Şükrü Bey, Malta’dan kaçtıktan sonra bir süre İtalya ve Almanya’da bulunmuş, Türkiye’ye döndükten sonra ise milletvekili ve tarım, dışişleri ve içişleri bakanı olmuştur.
☛Tehcir esnasında Van ve Erzrum (Karin, Erzurum) valisi olup, Ermenilere yönelik kırımları yönetmiş olma suçlamasıyla Malta’ya sürülen Hasan Tahsin Uzer, Türkiye’ye döndükten sonra Ardahan, Erzurum ve Konya vekili olmuştur.
☛İttihat ve Terakki Komitesi genel sekreteri Mithat Şükrü Bleda, cumhuriyet döneminde milletvekili olmuştur. İttihat döneminde Meclis-i Mebusan başkanı, Dahiliye, Adalet ve Hariciye bakanlığı yapmış olan Halil Menteşe de cumhuriyet döneminde milletvekili olmuştur.
☛Ermeni Soykırımı döneminde Sıvas (Sebastia, Sivas) ve Konya valisi olan Ahmet Muammer Cankardaş da cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmıştır.
☛Lübnan’da gerçekleştirdiği Ermeni katliamları sebebiyle Malta’ya sürgün edilen Ali Münif Yeğenağa da Kemalistler döneminde belediye başkanı ve milletvekili olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni Soykırımını Gerçekleştiren Kadrolar Tarafından Oluşturuldu.
Şükrü Kaya (1882-1959):
Soykırım esnasında:  İçişleri Bakanlışında Sefkiyat Reis-i Umumisi. (20.Kasım.1914-2.Mart.1916).
Alman konsulosu Rossler, sürgünlerin ihtiyaçlarını karşılamaya geldiğini sandığı Şükrü Kaya‘dan, o dönem Alman idarelerinde çalışan bir kaç Ermeni‘nin serbest bırakılmasını istiyor.. Şükrü Kaya, Fransızca:
Siz bizim ne yapmak istediğimizi anlamıyor musunuz? Biz Ermenisiz bir Ermenistan istiyoruz.“ diyor.
Yine Bağdat demiryolunda çalışan Alman mühendis Bastendorf, Şükrü Kaya ile bir görüşmesini aktarıyor ve diyor ki:
„Şükrü Kaya bana „Ermeni ırkını yok ederek, eski bir sorunu çözeceğiz.“ dedi

Kemalist iktidar döneminde ise:
Bir çok defa Menteşe Milletvekili.
Dışişler Bakanı(1921-1924)
Tarım Bakanı(1923)
CHP Genel Sekreteri (1927-1938)
İçişleri Bakanı(1927-1938)
Dr. Tevfik Rüstü Aras(1882-1972)
Dr. Nazım‘in enistesi. Sağlık Yüksek Konseyi‘nin üyesi…. Doğu bölgesinde cesetleri yok etmekle görevliydi… 6 ay boyunca katliamlardan yaşamlarını yitirenleri kuyulara doldurup kapattılar.
Kemalist iktidar döneminde
Dışişleri Bakanı(1925-1938)
İzmir Milletvekili
Londra Büyük Elcisi(1939- 1942)
İş Bankası Yönetim Konseyi Başkanı(1952-1959)
Celal Bayar(1883-1986)
Soykırım esnasında  Ittihad ve Terakki Cemiyetinden Milletvekili.
Ittihat ve Terakki Cemiyetinin daha önce Bursa ve sonra Izmir sorumlusu.
13 mart 1919 tarihinde Cemal Paşa‘nın 800 000 Ermeni’ nin katledildiği gerçeğini kabul etmesi karşısında:  „Çok gereksiz ve çirkin bir ifşa“ diye açıklama yaptı.
Fethi Okyar1914 tarihinde Milletvekili ve Teskilât-i Mahsusa‘ya bağlı çalışıyordu.
Kemâlist dönemde de TBMM Başkanlığı (1923-1924) ve Başbakanlık (1924-1925) yaptı
Kazım Özalp (1880-1968)
ITC üyesi. 1914 Van Jandarma Komutan. 1915‘te Muş‘da 16.cı bölüğün komutanı ve orada halkı diri diri yakt.
Kemalist dönemde: TBMM Başkanı (1924-1935)
Refik Saydam (1881-1942)
Soykırım döneminde Teşkilât-ı Mahsusa üyesi
Kemalist dönemde Başbakan (1939-1942)
Şükrü Saraçoğlu: İTC üyesi   Kemalist dönemde: Basbakan(1942-1946)
TBMM Başkanı (1948-1950)
Mustafa Abdülhalik Renda(1881-1948):
Soykırım esnasında Bitlis Valisi (1914 mart‘dan itibaren).
25 haziran 1915 Bitlis ve 11-14 Temmuz Muş katliamlarının doğrudan sorumlusu.
Halep Valisi olarak, sürgün esnasinda Halep‘e sağ ulaşan Ermenilerin katliamını organize edendir. Talât Paşa‘nın danışmanı.
Osmanlı Arşivini Bulgaristan‘a satışına onay veren ünlü mason.

Cumhuriyet Döneminde ise:Konya Valisi(1921)
Maliye Bakanı(1923 ve 1924)
Ulusal Savunma ve Havacılık Bakanı(1927-1934 arası)
TBMM Baskanı(1935-1946 arası)
Devet Bakanı (1946-1948)
1931′de İstanbul Deftardarlığı Osmanlı’dan kalma önemli miktarda evrakı hurda kağıt fiyatına bir şirkete satar.

Evrak vagonlara yüklenir. Vagonlar Sirkeci’den Haydarpaşa’ya geçmeyi bekler.
Allah’tan işler o zaman fazla hızlı yürümüyor.

Bu arada durumdan haberdar olan Bulgar Elçisi kağıt hamuruna dönüşecek bu eserleri kurtarmanın peşine düşer. Hükümetini ikna eder ve evrakı hükümeti adına satın alır.
Böylece evrak Sirkeci’den Sofya’ya gider. Belgeler nispeten kurtarılır. Nispeten dememin sebebini Yeni Şafak’taki açıklamada gördüm. Meğer evrakın bir kısmı, Sirkeci İstasyonu’na doğru hareket eden kamyonlardan Sultanahmet Parkı’nda ortalığa saçılmış. Çöpçüler evrakları toplayarak Kumkapı’da denize dökmüş. Olayın duyulması üzerine meraklı vatandaşlar Kumkapı sahillerinde evrak toplamaya başlamış.


Bulgarlar tarafından özenle saklanan ve tasnif edilen belgelerin, 1980′lerde ancak mikrofilm olarak Türkiye’ye verildiği ve Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nın bu belgeleri, “Bulgaristan’da Osmanlı Evrakı” adıyla yayınladığı belirtiliyor.


Bu hikayeden sonra Bulgarlara şükran duydum. Arşivlerimizi kurtardıklarını düşündüm. Uygar davranışlarına hayran kaldım.

Mayıs 1931 tarihi içinde İstanbul Defterdarlığı,”Evrakı metrukeyi tasfiye etme” düşüncesi kapsamında Osmanlı döneminden kalan 1.5 milyon tarih belgesini okkası 3 kuruş 10 paraya kuru ot ve saman fiatına Bulgaristan’a sattı. -Türk Tarihi Arşiv belgelerini satma işini M.Tekfuryan adındaki bir Ermeni şirket sonuçlandırdı. -Türkiye’nin her yerinde (il, ilçe. Köy) Osmanlı’dan kalan arşiv belgeleri yakıldı veya yok edildi, elden çıkarıldı. Yakılanlar arasında Arap harfleri ile yazılmış el yazması Kuran`ı Kerimler bile vardı. -Arşiv belgelerini satma işinin sorumlusu 1920’li yılların başlarından 1946 yılına gelinceye kadar devlet yönetiminin tepesinde bulunan Mustafa Abdülhalik Renda ve arkadaşlarının onayı ile gerçekleştirilmişti. -Ve Abdülhalik Renda, “ünlü bir masondu”. Tarihin gündeminde gerçekleştirilenler “Türk milletinin tarihine ihanet idi” ama bu suçlamayı yakıştırmayı hiç kimse üzerine almadı.-Resmi tarih çelişkilerle dolu acı gerçekleri görmek istemedi.
-Türkiye’de resmi tarihin savunucusu “fırıldak tarihciler” gerçekleri açıklayabilir mi!

Mayıs ayı 1931 tarihi gelende İstanbul’un hali bir başkaydı. Kış aylarından yeni çıkılmış, parklarda lale çiçeklerinin kımızıdan sarıya her türlü rengi boy atıp serpilmişti. Karaköy’dan vapura binenlerin adalara doğru gidişi esnasında martıların süzülerek uçması, boğazın beyaz köpüklü dalgaları arasından yunusların birbiri ardı sıra fırlayarak atlamaları görenleri derin derin düşündürüyordu. Sirkeci sahillerinde ise insanlar bir koşturmaca ve telaş içindeydi. Köprü üzerinde oltalarını haliç’in sularına atarak kısmetlerine avlayacakları balıkların sayısı ile kendilerini avutanların durumu görülmeye değerdi.

Sirkeci tren istasyonunda ise bir başka telaş vardı o günlerde…Cağaloğlu yokuşundan aşağı doğru inerek tren istasyonuz önünde duran kamyonların üzerindeki yüklerdi boşaltmaya çalışan hamalların alınlarındaki terlerden anlaşılıyordu ki çok zahmetli ve ve yorucu bir yük taşıdıkları… O sırada Babıali yokuşunda yürümekte olan genç gazeteci İbrahim Konya’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. Az önce Sirkeci’ye doğru giden kamyonların üzerindeki balyalardan kopan kağıt parcaları etrafa saçılmıştı. Altın sarısı kağıtların bir kısmı yerlerde sürünüyordu. Parçalanan ve ezilenler de vrdı. Onca telaş ve koşturmaca arasında sadeve İbranhim Hakkı efendi’nin dikkatini çekmişti kağıtlar….… 4 Haziran günü sabahleyin Son Posta gazetesinin ilk sayfasında yer alan şu haber okuyucuların kaşlarını çatmasına neden oldu: “…Mayısın on ikinci Salı günü Sultanahmetteki Maliye evrak hazinesinin önünde (20–30) kadar araba sıralanmış kapının önüne büyük bir baskül konmuş, bir takım çemberlenmiş kâğıtlar tartılıyor ve hamallarla bu arabalara konuluyor ve Sirkeci istasyonuna taşınıyordu. Bu ameliye esnasında bunlardan birçokları da sokaklara dökülüp saçılıyordu…”Aslında gazetenin yazdıkları bir konuya parmak basmaktı.

Sirkeciye doğru giden kamyonlardan savrularak yere düşen kağıt parçaları Osmanlı Arşiv belgeleri idi. Haberin yayınlanması üzerine Hükümetin haberi olmuş sevkiyat durdurulmuştu. Muallim Cevdet’in zamanın başbakanı İsmat Paşa’ya yazdığı duygusal mektup ve konunun TBMM’de gündeme getirilmesi üzerine Arşiv belgelerinin taşınması ve satılması konusu tartışmalara neden oldu. İnsanları dehşete düşüren çelişkili gelişme ise Arşiv belgeleri M. Halim ve M. Tekfuryan adındaki bir Ermeni’nin sahibi olduğu şirket tarafından satıl alınmış ve Bulgaristan’a satılmıştı. Bu durumda şu soru akla geliyor:-Neden bir Ermeni şirket Arşiv belgelerini alıyor, ve neden Bulgaristan’a satılıyor! Aslında Arşiv belgelerinin satılması olayının aylar önce başlayan gelişmesi yaşanmıştı. İsmet İnönü Hükümeti’nin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda’nın emirleri çerçevesinde “Evrakı Metruke’nin Tasfiyesi” (işe yaramaz evrakların/belgelerin elden çıkarılması) düşüncesi kapsamında İstanbul valiliğine bağlı Defterdarlık bünyesinde çalışma gösteren bir komisyon kurularak depolarda ve dolaplarda yer bulunamıyan ve artık “işe yaramaz” olan kağıt parçası evrakları ortadan kaldırmak gerekiyordu. Satış işi için 13 mayıs (1931) tarihinde gazeteleri ilan verilmiş, kısa bir zaman sonra 21 Mayıs (1931) tarihinde de sonuçlandırılmıştı. Satılan evrakların tutarının 120 balya ve 400 sandık civarında olduğu anlaşıldı. Satış işi mayıs 1931 de gerçekleşmişti ama bu olaydan 9 ay önce Ankara’dan gelen bir yazı üzerine komisyon kurularak ve işe yaramaz belgeler ayıklanarak satılması istenmişti. İstenmişti ama kurulan komisyon bir türlü hangi evrakların elden çıkarılacağına karar verememişti. Gelişmeler sonrası TBMM’de Arşiv belgelerinin satılması konusundaki tartışmaya cevap veren Maliye Bakanı’nın şu sözleri sözleri tutanaklara yansımıştı: “Yeni harflerin kabulü münasebetiyle bu evrakın kıymeti tarihiyeye haiz olmayanlarını yakmak mevzubahis oldu. Vekalette düşünüldü ki bunlar imha edileceğine , memleket dahilinde şuraya buraya atılacağına kağıt fabrikalarına satalım dendi”.

Güya burada Maliye Bakanı kendini savunuyor. İstenirse Bulgaristan evrakların hepsini olduğu gibi gönderebilirmiş. Ve satış işlemi sonrası anlaşıldı ki evraklar/belgeler Defterdarlık önünde kurulan baskül/kantar ile tartılmış ve okkasına 3 kuruş 10 para değer biçilmişti. Ve de satılan evrakların miktarı ise 120 balya ve 400 sandık civarında idi. Ağırlığı kantar ölçümleri sonucu 40 ton civarında idi. Özetli Osmanlı döneminden kalan tarih evrakları “kuru ot ve saman fiatına” elden çıkarılmıştı. Bahanesi de hazırdı “Yeni harflerin kabulü münasebetiyle”. TBMM’deki tartışmalar sonrasında kendisini savunan Maliye Bakanı “ mevcut evrak tetkik edilmiş işe yarayanlar ayrılarak yukarı kata konulmuş ve mütebaki (geride kalan) işe yaramayanlar da satımlık için ayrılmıştır”…

Ermeni Sorununda Günah Sadece Osmanlı’nın mı?

1. Dünya Savaşı, İttihatçıların imdadına yetişti. Almanya’nın yanında savaşa girmelerinin etmeni Anadolu’yu baştan Ermeniler olmak üzere azınlıklardan temizlemekti. Ve sonunda “Ermeni meselesi hallolunmuştur” dediler.
Hüseyin KALKAN BİA Haber Merkezi           02 Mayıs 2009,

Talat Paşa ve şürekâsı, 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da Ermeni ileri gelenleri ve aydınlarını tutuklarken ve sürgün kafilelerini Deyr Zor’a yönlendirirken yüzlerce yıl sürecek bir tartışmaya yol açacaklarını bilmiyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın hayhuyu içinde kırımın olup biteceğini ve savaştan sonra kimsenin bunun sözünü etmeyeceğini sanıyorlardı. Bu yüzden de Talat Paşa telgraflarında “Ermeni meselesi hallolunmuştur. Fuzûlî mezalimle millet ve hükümetin lekedar edilmesine lüzum yoktur” diyordu. (Taner Akçam, “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”
Ama öyle olmadı. Neredeyse bir asır geçti, Ermeni sorunu hâlâ Türkiye’nin en önemli sorunlarından olmayı sürdürüyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin savaştan sonra kırımda parmağı olan İttihatçılar tarafından kurulması ve temel politikalarının yine bu kadrolarca oluşturulmasıdır. Bugün hâlâ kırım reddediliyorsa nedeni budur. Yani kırımın vebali, cumhuriyetin de omuzlarındadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) başladığı işi cumhuriyet tamamlamıştır.
Örneğin Birinci Meclis’in ilk işi, savaştan sonra İstanbul hükümetinin çıkardığı ve sürgünden dönen Ermenilerin mallarının iade edilmesine dair yasayı iptal etmesidir.
Ancak bugüne kadar cumhuriyeti kuran kadroların, Ermeni kırımındaki sorumluluğu tartışılmamıştır. Çok da tartışılmak istenen bir konu değildir. Tersine bir eğilim bile söz konusu. Mustafa Kemal’in diplomatik endişelerle söylediği kırımı kınayıcı sözler ön plana çıkarılmakta ya da doğrudan günahın Osmanlı’ya ait olduğu söylenmektedir.
Mesela Baskın Oran, bu konuda çok nettir. “Özür diliyorum” kampanyasıyla ilgili yazdığı bir yazıda şöyle demektedir: “Osmanlı’nın alfabesini bile reddeden bu ülke, Osmanlı’nın bu en büyük günahına sahip çıkmasın artık. Yetti.” (Verdiğimiz huzursuzluk için özür dileriz. Radikal 2, 14.12.2008)
İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirdiği devletin adı, hukuki olarak hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’dur. Ama İttihatçıların darbesinden sonra devletin karakteri değişmiştir. Padişah artık bir simge olarak vardır. Bütün yetkileri elinden alınmış, sadece onun manevi etkisinden yararlanılmak için öylece bırakılmıştır.
Çünkü Osmanlı padişahlarının halife olarak hem Ortadoğu’da hem de Anadolu’da manevi bir ağırlığı her şeye rağmen hâlâ vardı. Malum, devletin elinde kalmış olan topraklarda Müslüman uluslar büyük çoğunluktadır ve halife olarak Osmanlı soyundan gelen padişahı görmektedirler.
İktidarda olanlar, artık Osmanlı’nın devamı değil, Türk milliyetçileriydi ve milli bir devlet kurmayı önlerine koymuşlardı.
Adına bugün Türkiye Cumhuriyeti dediğimiz devlet, proje olarak da İTC’nin kuruluş yıllarına dayanır. Tabii ki onların hayalindeki sınır Turan’a kadar uzanıyordu. Ancak koşullar, bugünkü sınırlara el verdi. Hatta bu sınırların bile hayal olacağı bir duruma doğru gidilirken, 1. Dünya Savaşı, İttihatçıların imdadına yetişti.
Almanya’nın yanında savaşa girmelerinin en büyük etmeni Anadolu’yu baştan Ermeniler olmak üzere azınlıklardan temizlemekti. Çünkü Ermeniler o dönemde bu topraklarda milli bilinci en gelişmiş azınlıktı. Ve sonunda “Ermeni meselesi hallolunmuştur” dediler.
Cumhuriyeti Ermeni meselesini “halleden” İttihatçılar kurdu
İttihat ve Terakki’nin kadroları olmasaydı, Mustafa Kemal’in Anadolu’da bir hareket örgütlemesi mümkün değildi. Bu yüzden olsa gerek Mustafa Kemal, daha İstanbul’dan ayrılmadan önce İttihatçılar ile ilişkilerini sağlamlaştırmak için gerekli olan şeyi yaptı. Savaş suçları dolayısı ile cezaevinde olanları ziyaret etti. Eski kırgınlıkları giderdi.
Yenilginin kesinleşmesinden sonra Talat Paşa hükümeti 8 Ekim 1918′de istifa etti. Kasım ayında İTC liderleri Enver, Talat, Cemal, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım yurtdışına kaçtılar.
İttihat ve Terakki önderliğinin tasfiye olması, Mustafa Kemal’in önünü açtı. Böylece “Mustafa Kemal”likten “Atatürklüğe” giden yol açılmış oldu.
Bir iki istisna bir yana bırakılırsa, yeni yönetici kadronun tamamı eski İttihatçılardan oluşmaktaydı.
Başta Mustafa Kemal olmak üzere Rauf Orbay , Fethi Okyar , Kazım Karabekir, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Adıvar, Şükrü, Rahmi, Çerkez Raşit ve Ethem, Bekir Sami, Yusuf Kemal, Celaleddin Arif, Ağaoğlu Ahmet, Recep Peker, Şemsettin Günaltay, Hüseyin Avni, Ziya Hurşit gibi milliyetçi isimlerin tümü eski İTC kadroları ve hatta Teşkilat-ı Mahsusa görevlileriydi.
İttihatçı hareketin basın ve propaganda sözcülerinden Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Celal Nuri İleri, Yunus Nadi Abalıoğlu, Falih Rıfkı Atay ve diğerleri, Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı hareketin savunuculuğunu üstlenmişlerdi.
Zaten Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı hareket de, bir İttihat ve Terakki projesidir. İttihat ve Terakki, ta 1915′te savaşın kaybedilmesi durumunda yapılacaklara dair bir plan hazırlamıştı. Bu plan kapsamında birçok kadro İstanbul’a çağrılarak eğitilmişti. Bunlar ağırlıklı olarak Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarıydı. Savaş kaybedildikten sonra bu kadrolar, daha Mustafa Kemal Anadolu’ya geçmeden, Batı Anadolu’nun bir çok kentinde Kuvvayi Milliye örgütlerini kurmaya başlamışlardı.
Ancak İTC’nin bu hazırlığı, Enver Paşa’nın bir süre sonra Anadolu’ya dönerek hareketin başına geçmesini öngörüyordu.
Mustafa Kemal’in başarısından söz edilecekse bu noktada söz etmek gerekir. Mustafa Kemal, usta manevralarla Enver’in yurda dönme ve işlerin başına geçme projesini bertaraf etti.
Cumhuriyet suçluları sahipleniyor
İstanbul’da savaş suçlularını yargılamak için oluşturulan mahkemeleri işlevsiz hale getiren en önemli etken Mustafa Kemal’in yargılananlara sahip çıkmasıdır. Boğazlıyan Kaymakamı idam edildikten sonra, Mustafa Kemal bir bildiri yayınlayarak, başka idam olursa elindeki İngiliz esirlerini misilleme olarak idam edeceğini duyurdu. Bunun üzerin diğer idam cezaları yerine getirilmedi. Ayrıca Malta’ya sürülenleri de kurtaran Mustafa Kemal’dir. Bunlar İngiliz esirlerle değiş tokuş edilerek kurtarıldılar.
Baskın Oran’ın verdiği örnekler bile, “günahın kime ait olduğu” sorusuna yanıt olabilecek yeterliliktedir:
“Ankara’ya kaçan 1915′in Muhacirin Umum Müdürü Şükrü Kaya’yı dahiliye vekili, Tehcir’in ünlü Bitlis ve Halep valisi Abdülhalik Renda’yı TBMM reisi yapmış bir ülkede. Talat Paşa’nın adını en geniş bulvarlara vermiş ülkede. Anadolu sermayesinin Ermeni mallarına konarak oluştuğu bir ülkede. Kurtuluş Savaşı’na bu malları geri vermemek için katılan aşiretlerin ülkesinde.”
1915′te olanları Osmanlıların son günahı saymak hayli zordur.
İdeolojik devamlılık
Bütün bunlardan daha önemli olan, ideolojik devamlılıktır. Bu ideoloji, “Türkçülük”tür. Türkçülük bir ideoloji olarak, İTC’nin ilk kuruluş yıllarında inşa edilmeye başlandı. Avrupa’daki milliyetçi akımlardan etkilendikleri için, Türkçülükle ilgili hazır bir ideolojik temelleri mevcut değildi.
Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Celal Nuri İleri, Yunus Nadi Abalıoğlu, Falih Rıfkı Atay, Velid Ebüzziya bu temeli inşa eden İTC üyesi entelektüellerdi.
Bunlar arasında Ziya Gökalp ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Gökalp, bir çok dergide sayısız makale yayınlayarak, Türkçülüğü sistemleştirmeye başladı. Kendi önerisiyle Selanik’te kurulan İTC lisesinde sosyoloji dersleri verdi. Daha sonra bu dersler İstanbul Üniversitesi’nde sürdü. Laik devlet ve laik eğitim tezlerini o günlerde formüle etti.
İTC, bu projeyi 1917-18 arasında kısmen uygulamaya geçirmeye çalıştı. Gökalp, savaş sonrasında Ermeni soykırımı dolayısıyla yargılandı ve Malta’ya sürüldü.
Bugün soykırımı inkar edenlerin ve devletin argümanları, Ziya Gökalp’ın mahkemedeki savunmalarına dayanır. Bu tez, “karşılıklı öldürmeler” olduğuydu.
İki yıllık sürgünden sonra (ki Mustafa Kemal’in kurtardıklarındandır) Diyarbakır’a yerleşti ve bir dergi yayınlamaya başladı. 1923′te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı’na atandı ve Ankara’ya gitti. Aynı yıl, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Mustafa Kemal tarafından II. Dönem Diyarbakır milletvekili olarak atandı. Başta “Türkçülüğün Esasları” olmak üzere kitapları bu dönemde peş peşe yayınlandı. Onun sistemleştirdiği projeler, cumhuriyet yönetimince uygulanmaya konuldu. İlk elde laik devlet, laik eğitim, medeni kanunun Batı standartlarına uydurulması, Türkçe’nin sadeleştirilmesi sayılabilir.
En önemlisi, cumhuriyetin Kürt politikası Ziya Gökalp tarafından oluşturuldu. Konumuz bakımından tekrar vurgulanması gerekir ki, bu projeler cumhuriyet kurulmadan önce, düşünce bazında inşa edilmiş ve İTC tarafında kısmen uygulanmaya koyulmuştur. Yani sadece aktörler aynı değil, proje de aynıdır.
Her şey bir yana, devletin ve Kemalistlerin Ermeni sorununda takındıkları tutum, Ermeni kırımının sadece Osmanlı’nın son günahı değil, aynı zamanda cumhuriyetin de ilk günahı olduğunu göstermiyor mu? Milliyetçiler, Kemalistler, ulusalcılar -ki bunlar kesişen kümelerdir- Osmanlının günahlarını sahiplenmekte pek hevesli değillerdir. Sadece İTC dönemi onlar için muteberdir. Bu da İTC’nin Osmanlı’dan çok cumhuriyete ait olmasındandır. Ya da cumhuriyetin oradan başlamasından dolayıdır. (HK/TK)
________________________________________
* Hüseyin Kalkan, gazeteci.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder