ORU: 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler, ülkede o tarihlerde günde ortalama 15–20 kişinin terör olayları sonucunda öldüğüne dikkat çekerek, kardeş kavgasına ve anarşiye son vermek amacıyla bu müdahaleyi yapmak zorunda kaldıklarını açıkladılar. Bu gerekçe ve açıklamalar gerçeği yansıtıyor muydu?
12 Eylül 1980 öncesinde ülkede olayların çok tırmandığı-ya da tırmandırıldığı- ve bu olaylar sonucunda ölen sayısının giderek arttığı, bu anlamda da bir anarşi ortamının olduğu doğrudur. Ancak bu durum darbenin yapılması için gerçek neden midir, yoksa kullanılmış bir neden midir, bunu ayrıştırmak gerekir. Bunun için 12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde hem dünyadaki hem de Türkiye’deki iktisadi ve politik gelişmelere göz atmak gerekir. Sadece bilimsel bir analizle, darbe gerekçesinin doğruluğu ya da yanlışlığının ortaya konulabileceğine inanıyorum.
SORU: 12 Eylül darbesi ile bu yıllarda dünya ekonomisinde meydana gelen bazı gelişmelerin doğrudan ilişkili olduğunu mu söylüyorsunuz?
Hem evet, hem de hayır. Evet, çünkü 12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde dünyada bir iktisadi durgunluğun yaşandığını biliyoruz. Bu durum, hem metropol kapitalist-emperyalist ülkelerde hem de azgelişmiş, yarı-sanayileşmiş ülkelerde yaşanıyordu.
Bunu anlayabilmek için G–7 Ülkeleri olarak da bilinen metropol kapitalist ülkelerdeki iktisadi büyüme hızları / oranları, işsizlik oranları ve kar oranlarının gelişimine bakmak yeterli olacaktır. Örneğin, büyüme hızları 1971–1973 döneminde yılda ortalama % 5 civarında seyrederken, 1974–1977 döneminde % 2,5’ a ve 1978–1982 döneminde: % 2,2’ye gerilemiştir. Yıl yıl baktığımızda büyüme hızlarının; 1980’da % 1,3; 1981’de % 1,4 ve 1982’de % 0,4 olduğunu görüyoruz. Yani dünya kapitalizminin ana sürücüsü metropol ekonomiler giderek büyüme momentini kaybetmekteydiler.
Kar oranları da benzer bir düşüş içindeydi. Kapitalist ekonomilerin barometresi olan bu oranlar örneğin 1941- 1956 döneminde ortalama % 28 ve 1960 sonlarında % 29 iken, 1980 başlarında % 17’lere gerilemişti. Yani kapitalizmim krize girmesinin nedeni olan kar oranlarındaki düşüş eğilimi bu yıllarda kendisini gösteriyor ve olası bir krizin habercisi oluyordu.
Son olarak, işsizlik oranları bu dönemde çok artmıştı. Örneğin, 1971–1974 döneminde yıllık ortalama % 3,6 olan işsizlik, 1975- 1977 döneminde % 5,4’e ve 1978–1983 döneminde % 6,3’ e yükselmiştir.
Kısaca, gelişmiş kapitalist ekonomiler 1970 başlarından itibaren uzun sürecek olan bir iktisadi durgunluk içine girmişlerdi. Yani, kapitalizmin altın çağı (1945–1973) sona ermişti ve kapitalistler sürekli büyümekte olan ekonomik artığı emebilecek yeni talep kaynakları bulmakta zorlanıyorlardı.
SORU: Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ciddi bir canlılık-patlama yaşayan kapitalizmin böyle uzun sürecek bir durgunluğa girmesinin ya da sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasının nedenleri neydi?
Öncelikle kapitalizmin üretim tarzı olarak böyle birikim sorunları üreten bir sistem olduğunun altını çizelim. Bu özellikle sermaye yoğunluğunun artması (sermayenin organik bileşiminin artışı) ile ilgili bir gelişme. Bunun sonucunda da aşırım birikim, aşırı üretim ve yetersiz talep sorunları ortaya çıkıyor. Bunun en tipik örneklerinden birisi 1929 Büyük Bunalımı ve 2008 küresel krizidir.
1970’lerin başından itibaren yukarıda söylenenlere ek olarak, metropol kapitalist ülkeleri uzun süreli durgunluğa iten (stagnasyon) bazı faktörler söz konusuydu. Baran ve Sweezy’ e atfen bu faktörleri kısaca şöyle açıklayabilmek mümkündür:
Artık, metropollerde, temel sınaî yapının yeni baştan kurulmasına ihtiyaç yoktu (bunu ancak yeni bir savaş sağlayabilirdi). Otomobil gibi çığır açıcı, ekonomiyi ciddi dönüşümlere uğratabilen yeni gelişmeler olmadı. Bilişim teknolojilerinin dönüştürücü etkisi de yeterli olamadı. Ayrıca gelir ve servet eşitsizliği arttı, yoksulların tüketim talepleri kısıldı, bunun sonucunda zenginler fonlarını reel mal ve hizmetler sektöründen ziyade spekülatif faaliyetlere yatırdılar. Böylece atıl kapasiteler arttı, yeni yatırımlar azaldı. Oligopolleşme sürecinin hızlanması fiyat rekabetinin sisteme sağladığı dinamizmi de ortadan kaldırdı.
Böyle bir yapısal durgunluğa, 1973–1974 ve 1979–1980 petrol şokları ile derinleşen bir stagflasyon durumunu da eklenince kriz iyice belirginleşti. Geleneksel Keynesyen maliye ya da para politikalarıyla krizden çıkılabilmesi mümkün olmadı. Çünkü bu politikalar stagflasyonla mücadele için tasarlanmış politikalar değildi.
Yani kısaca, 1980’e gelindiğinde artık sermaye birikim sürecindeki tıkanmanın, yeni bir sermaye birikim modeliyle aşılması gerekliliği ortaya çıkmıştı.
SORU: 1980 öncesinde azgelişmiş ülkelerin durumu nasıldı? Bu ülkeler de krizde miydi, yoksa göreli olarak daha iyi durumda mıydılar?
1970 ‘lerin sonlarından itibaren azgelişmiş ülkeler de ciddi krizlere girdiler. Ama bu ülkelerdeki kriz bir aşırı birikim krizi olmaktan ziyade, izledikleri büyüme ya da sanayileşme stratejilerinin dışa bağımlı özelliklerinden kaynaklanan bir krizdi. Öyle ki, Türkiye’deki dâhil bu dönemde ülkelerin pek çoğunda izlenmekte olan ithal ikameci büyüme modeli genelde tıkandı. Petrol şokları stagflasyonist koşulları azdırdı. Bunların sonucunda büyük çapta bütçe açıkları ortaya çıktı, enflasyon çok hızlı bir biçimde arttı. Ödemeler bilânçosu kötüleşti. Bunun paralelinde içerde üretimi sürdürebilmek ve dış borç servisini yapabilmek için dış kaynağa olan ihtiyaç (döviz darboğazı) arttı. İzlenen modelin bir özelliği olarak, ihracat ikincil planda tutulduğundan ihracat gelirleri yeterli olmayınca dış borç krizi doğdu.
Nitekim o yıllarda, 15 en fazla borçlu ülkenin dış borçlarına ait veriler bu durumu teyit etmektedir. 1978 yılında 242 milyar $ olan dış borç stoku altı yılda iki kattan fazla artış göstererek 1984’te 494 milyar $’a çıkmıştır. Faiz ödemeleri ise üç kattan fazla artarak 15 milyar $’dan 58 milyar $’a; dış borç faiz oranları 1960–1969 döneminde % 5,2 ve 1970–1979 döneminde % 8’lerden, 1980’de % 14,4’ e ve 1981’de % 16,5’ e yükselmiştir. Dünya Bankasının maksimum % 20–25 olması gerektiğini vurguladığı borç servisi/ ihracat rasyosu % 40’ a kadar çıkmıştır.
Kısaca bu ülkeler bir borç tuzağına düşürülerek, bu ülkelerde yaratılan artı-değer dış borçlanma aracılığıyla uluslar arası finans kapitale aktarılmıştır. İhracat gelirleri giderek borç geri ödemelerine harcandığından bu ülkelerin kalkınma ya da sanayileşmeleri için geriye yeterince kaynak kalmamıştır. Bu durum bu ülkeleri emperyalist sisteme daha da bağımlı kılmıştır.
SORU: Az önce, 1980’e gelindiğinde sermaye birikim sürecindeki tıkanmanın, yeni bir sermaye birikim modeliyle aşılması gerekliliğinin ortaya çıktığına dikkat çekmiştiniz. Bu nasıl bir birikim modeliydi ve uluslararası sermaye bunu nasıl ve hangi yollarla gerçekleştirdi?
1970’lerde ortaya çıkan ve aşırı birikim sorunlarının neden olduğu ekonomik durgunluk, Vietnam Savaşı gibi bölgesel savaşlar ve askeri harcamaların artırılması dışında temelde üç ana yolla aşılmaya çalışıldı: Üretimin küreselleşmesi, finansallaşma ve neo-liberalizm.
Öncelikle küreselleşmenin imkanlarından yararlanılarak, metropol ülkelerdeki sınaî üretim dünyanın ucuz ve örgütsüz, ama belli bir düzeyde verimliliği olan işgücüne sahip bölgelerine kaydırıldı. Böylece, kapitalistler ücretleri düşürerek, çalışma saatlerini artırarak ve işgücü verimliliklerini artırarak hem mutlak hem de nispi artı-değeri artırdılar ve kar oranlarını yükselttiler.
İkinci olarak sermayenin organik bileşimindeki artışın sonucunda ortaya çıkan kâr sıkışması ve aşırı üretim sorunları finansallaşmanın hızlandırılıp, derinleştirilmesiyle (bireysel bankacılık hizmetleri ve türev araç piyasalarıyla ) aşıldı.
Üçüncü olarak da neo-liberalizm ile sağlanan özelleştirme, serbestleştirme, örgütsüzleştirme ve kuralsızlaştırma uygulamalarıyla sermayeye sınırsız hareket özgürlüğü sağlandı. Bu durum uluslararası finans kapitalin 1980’li yıllardan itibaren dünyada iktisadi ve politik hegemonyasının ilan edilmesi anlamına geliyordu. 1980’lerin sonlarında reel sosyalizmin çöküşü ile bu süreç iyice sağlamlaştırıldı.
SORU: Uluslar arası sermayenin tasarladığı bu yenidünya düzeninin tek tek ülkelerdeki politik yansımaları nasıl oldu?
Uluslar arası sermaye önce 1979’ların başlarında Reagan ve Thatcher’ı ABD ve İngiltere’de iktidara getirdi ve metropol kapitalist ülkeler düzeyinde neo-liberal uygulamalara böylece start verilmiş oldu. Ancak metropol ülkelerle sınırlı kalmayarak, asıl hedef olan azgelişmiş kapitalist ülkelere de (agü) neo-liberal strateji dalga dalga yayıldı. Türkiye dâhil pek çok agü son 30 yıldan bu yana küresel kapitalizme, eskisinden daha farklı, ancak daha güçlü bağlarla eklemlendi. Washington Uzlaşması ile IMF ve DB gibi örgütler, verdikleri krediler karşılığında dayattıkları istikrar ve yapısal uyum programları ile AGÜ’leri hem iktisadi, hem de politik, hem de toplumsal olarak yeniden biçimlendirilmeye razı ettiler.
Latin Amerika ülkelerinden G. Kore’ye ve Türkiye’ye kadar geniş bir yelpazede uygulattırılan bu politikaların hem içerikleri hem de yol açtığı ekonomik-politik ve sosyal sonuçlar aynı oldu. Bu ülkelerin küresel sermayeye olan bağımlılıkları daha da arttı, halkları daha da yoksullaştı ve kalkınma çabaları rafa kaldırıldı. Pek çoğunda bu programlara karşı oluşacak toplumsal muhalefeti önlemek için askeri darbeler düzenlendi ve askeri diktatörlükler kuruldu.
Öyle ki, 1972-1986 arasında Arjantin’de üç kez ( 1976 – 1981: Videla; 1981: Viola; 1981 – 1983: Bignone ) ; Bolivya’da altı kez ( 1978 – 1979: Padilla; 1979: Busch; 1980 – 1981: Mesa ; 1981 : Torrelio ; 1981 – 1982: Torrelio ; 1982 : Calderon ) ; Brezilya’da iki kez (1974 – 1979 : Geisel ; 1979 – 1985 : Baptista ); G. Kore’de bir kez ( 1980 – 1981 : Chun Doo Hwan ) ; Filipinler’de bir kez ( 1972 – 1986 : Ferdinand Marcos), Şili’de bir kez (1973 –Pinotche) ve Türkiye’de iki kez ( 1971 ve 12 Eylül 1980 – 11 / 1983 : Kenan Evren) olmak üzere 15 civarında askeri darbe ya da darbe girişimi düzenlenerek askeri diktatörlükler kurdurulmuştur.
SORU: Türkiye’deki 12 Eylül askeri darbesi sadece dışsal dinamiklerle açıklanabilir mi? Darbeye giden süreçte Türkiye’de ne tür içsel dinamikler rol oynamıştır?
Diğer ülkelerle (örneğin Portekiz ya da Polonya) kıyaslandığında Türkiye gibi ülkelerde dışsal dinamiklerin ağırlığının daha fazla olduğu bir gerçekse de, 12 Eylül darbesi tek başına dışsal iktisadi ve jeo-politik dinamiklerle açıklanamaz. İçsel dinamikler olarak, darbe öncesinde özellikle de, 1978’den itibaren giderek yoğunlaşan bir iktisadi krizin ve bunun beraberinde yükselen bir sınıf mücadelesinin neden olduğu bir politik krizin ve egemen sınıfların yönetmede zorlanma durumunun ortaya çıktığı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekir.
SORU: Yani 12 Eylül Askeri Darbesi öncesinde iktisadi kriz ve politik krizin iç içe geçtiğini mi söylüyorsunuz?
Evet. Öncelikle, iktisadi krizi ele alalım. Darbe öncesinde, biraz önce açıkladığım kapitalist dünya sisteminin kriziyle dolaylı bir biçimde ilişkili olan ama aslında, içerde yürütülmekte olan iktisadi büyüme ve sanayileşme modelinin tıkanması sonucu ortaya çıkan bir iktisadi kriz söz konusuydu. Yani, bu kriz 1962’den itibaren uygulamakta olan ithal ikameci büyüme modelinin bir kriziydi. Sanayileşmenin, ekipman ve ara mallarına aşırı dışa bağımlılığı nedeniyle bu kriz dış ödemeler dengesi krizi olarak kendisini göstermişti. Dışarıdan ithal edilmiş olmaktan ziyade, dış krizle ağırlaşmış, ama içerdeki yapının ürettiği bir krizdi. Bu tespitin önemli olduğunu düşünüyorum.
SORU: 1962–1980 döneminde Türkiye’de uygulanmış olan ithal ikameci modelin iktisadi ve politik kriz nedeni olduğunu söylüyorsunuz, bu modelin hangi özellikleri böyle bir sonuca yol açmıştır?
Öncelikle, bu modelin en azından Türkiye’deki uygulanan biçiminde, tüketim malları artık ithal edilmiyor, yerli olarak üretiliyor, bu malları içerde üretmeye yarayacak fabrika, ekipman ve bir kısım ara malı ve hammadde ithal ediliyordu. Yani, Türkiye, 1960 öncesi gibi sadece ticari bir ortak olarak değil, başlangıçta montaj sanayi alanında, dışa bağımlı üretim yapan bir yarı-sanayileşmiş ülke olarak emperyalizmle ilişkilendirilmişti.
1960’lara gelindiğinde böyle bir yeniden ilişkilendirmenin sınıfsal alt yapısının oluştuğunu ve buna uygun devlet politikalarının da şekillendiğini görmekteyiz. Öyle ki, kökleri İttihat ve Terakki ve Jön Türkler hareketine kadar uzanan ve asıl olarak da 1923’ ten bu yana bir devlet politikasına dönüşen milli burjuvazi yaratma amacına uygun olarak; büyük toprak sahipleri, yabancı şirketlerin temsilciliğini alan tüccarlar ve eğitilmiş insan gücünden (başta KİT’lerde çalışan mühendisler) oluşan bir yeni sanayi burjuvazisini yaratılmıştı.
Bu kentli ve taşralı burjuvazi, talep yönünden, özellikle lüks tüketim malları için ciddi bir talep kaynağıydı, ama döviz darboğazı bu malların ithalatını kısıtlıyordu. Arz yönünden ise, bu yeni sanayi burjuvazisi, dayanıklı tüketim malları alanında yabancı sermaye ortaklığı, lisans veya know how anlaşmalarıyla büyük sanayi girişimlerini kurmuştu. Devlet de, demir-çelik, bakır, alüminyum, petro-kimya, inşaat malzemeleri gibi temel ara mallarında bir ithal ikameci sanayileşmeye gitmiş ve bu tür ara mallarını çoğu kez maliyetlerinin altında fiyatlarla özel sektöre sunarak özel sermaye birikimini hızlandırmıştı.
İşte böyle bir sınıfsal temele sahip olan sermaye birikim modeli 1970’lerin sonlarına doğru tıkandı ve krize girdi. Öncelikle Model, teknoloji, girdi ve aramalı ithalatına olan bağımlılığı artırdı. Çünkü bu modelde üretimin sürdürülebilmesi için daha fazla ithalat yapılması gerekli.
Üretimin artırılabilmesi için ise sürekli olarak daha fazla döviz gerekli. Diğer yandan, iç pazara dönük küçük ölçekli üretim ihracatı ikincil plana attığından, girdi ithalatı ve teknoloji transferi için gerekli olan döviz yeterince sağlanamıyor. Bunun sonucunda, üretimi sürdürebilmek için borçlanmaya gidiliyor, ama borçlanmanın da bir sınırı var. Sonuçta, modelin teknolojik bağımlılığı pekiştirmesi Türkiye’de ekonomik büyümenin belirli aşamasından sonra modelin tıkanması sonucunu doğurmuştur.
Nitekim 1980’in hemen öncesindeki verilere baktığımızda iktisadi krizin varlığını tespit etmek kolaylaşmaktadır. 1974–1977 canlılık dönemi olarak da bilinen kriz öncesi dönemde
reel büyüme oranları yılda ortalama % 7,3; yatırımların GSYH içindeki payı yılda ortalama % 23 ve enflasyon oranı yılda ortalama % 20 dolayındaydı. Buna karşılık krizin patlak verdiği yıl olan 1978 ile 1980 arasında reel büyüme oranları yılda ortalama % 0,9’a; yatırımların GSYH içindeki payı % 19’a gerilerken, enflasyon oranı yılda ortalama % 75’e fırlamıştır. Bu yıldan itibaren gelir dağılımı kentli çalışanlar ve köylüler aleyhine hızla bozulmaya başlamış, petrol fiyatları hızla artmış, döviz aşırı değerlenmiş, kamu sektörü açıkları hızla büyümüştür. Bunun sonucunda cari denge 1973’te 534 milyon $ fazladan, 1977’de 3,431 milyar $ açığa (eksiye) dönmüştür. Bu açık ise kısa vadeli dış borçlanma ile kapatılmaya çalışılmıştır. Bu gelişmeler sonucunda yabancı kreditörlerin de artan endişeleriyle birlikte dış borç krizi patlak vermiştir.
SORU: 1980 öncesinde uygulanmış olan ithal ikameci sanayileşme-büyüme modelinin geliri daha adil bölüştürdüğü ve halkçı-popülist olduğu söylenir. Buna katılıyor musunuz? Bu yanıyla da model kriz üretmeye yatkın mıydı?
Model bir dışa açılma modeline göre daha adil bir gelir bölüşümünü esas almaktaydı. Çünkü
sanayileşme iç pazara ve iç tüketim harcamalarına yönelik olduğundan, ücretlerin ve tarım kesimi gelirlerinin belirli bir düzeyde olması gerekliydi. Halkın satın alma gücü artarak sürmeliydi. Bunun için de toplam gelirin daha büyük bir kısmı bu harcamaları yapacak olan kesimlerin, halkın elinde olmalıydı.
İç pazar büyüdüğünde özel sektör de, yatırımlarından sağlayacağı kârlarını realize edebildiğinden, kriz patlak verene kadar sermaye çevrelerinden modele ciddi bir tepki gelmemiştir. Ayrıca o yıllarda bir sistem olarak güçlü bir şekilde varlığını sürdüren reel sosyalizm olgusu ve Batı ülkelerindeki sosyal devlet uygulamaları böyle bir gelir bölüşümcü stratejinin toplumsal meşruiyetini artırmıştır.
Nitekim döneme ait istatistiklere bakıldığında, Korkut Boratav’a göre 1980’e kadar, özellikle de sendikal hareketin militanlaşması neticesinde, ücretlilerin payı, verimliliklerindeki artış kadar olmasa da, artmış, buna karşılık sanayi kârlarının payı azalmıştır. Gülten Kazgan’a göre, 1978’e kadar milli gelir içinde maaş+ücretlerin payı % 35, tarımsal gelirlerin payı % 30 ve sermaye gelirlerinin payı % 35 olmuştur.
1980 sonrasında ise, Boratav Hoca’ya göre, 1988’e kadar imalat sanayideki ücretler % 30, çiftçi gelirleri % 39 oranında gerilemiş ve örneğin çiftçiler, 12 Eylül sonrasında, 1929 bunalım dönemindekinden (% 24) daha ağır bir kayba uğramıştır. Keza, tarımsal gelir indeksi (1978=100 iken), 1980’de 84 ve 1985’te 76 olmuş, 1970–1977 döneminde tarım lehine % 24 iyileşmiş olan iç ticaret hadleri, 1980–1985 yılları arasında tarım aleyhine olmak üzere % 29 oranında kötüleşmiştir.
Solda yer alan iktisatçıların bu hesaplamaları sağda yer alan ana akım iktisatçıları tarafından da doğrulanmaktadır. Bunlardan Celasun ve Rodrik’ e göre (1989) ücretlilerin milli gelirden aldıkları pay 1978 yılında % 52 iken, bu 1980’de % 34’e, 1981’de % 27’ye, 1982’de % 23’e ve 1983 yılında % 21’e gerilemiştir. Reel ücret indeksi ise 1978 yılında 100 iken 1983 yılında 59’a inmiştir.
Yine Celasun ve Rodrik’e göre, Bu dönemde hane halklarının aldıkları pay cinsinden hesaplanan gelir bölüşümü de hızla kötüleşmiştir. Öyle ki, en yoksul % 40’lık nüfusun milli gelirden aldığı pay 1978 yılında % 10,1 iken, 1983 yılında % 9,5’e gerilemiş, en zengin % 20’lik nüfusun payı bu tarihlerde % 54,7’den, % 56’ya çıkmıştır. Gini Katsayısı 0,509’dan 0,522’ye yükselirken, en üst gelir grubu ile en alt gelir grubu arasındaki fark 42 kattan 47 kata çıkmıştır. Yoksul nüfusun oranı artmış; 12,000 TL’nin altında gelir elde edenlerin oranı 5 puan artarak % 25’ten % 30’a çıkmıştır (beşte bir oranında artış). Kısaca, 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü döneminde gelir bölüşümü hızla kötüleşmiş, yoksulluk artmıştır.
SORU: 1980 sonrası ile kıyaslandığında, ithal ikameci dönemdeki sendikal hak ve örgütlenme özgürlüklerinin ve işçi ücretlerinin göreli yüksekliğini nasıl açıklıyorsunuz?
Bu modelde işçi ücretleri bir maliyet unsuru olarak ele alınmaktan ziyade, toplam efektif talebin bir parçası olarak görülür. Dolayısıyla da toplam talebin önemli bir bileşeni olan reel ücretler yüksek olmak durumundaydı. Diğer taraftan, modelin aynı zamanda enflasyonist bir model olması nedeniyle, enflasyon artışları ücret artışı taleplerini sürekli kılmış ve sendikalaşma yönündeki eğilimleri güçlendirmiştir. Sanayileşme iç pazarın sınırına ulaşıncaya kadar ücretler üzerindeki baskı fazla olmamıştır. Ancak, model tıkanınca ücretler üzerindeki baskılar artmış ve emek gelirlerini baskılamaya dönük politikalara geçilmiştir.1980 sonrası dışa dönük modelde, dış pazar önemli olduğundan, emek lehine gelir bölüşümcü politikalara yer verilmemiştir.
Türkiye’de 1980 öncesindeki ücret politikaları, sendikalaşma ve kamu kesimindeki istihdam politikaları bir yönüyle buna hizmet etmiştir. Sosyal güvenlik sisteminin geliştirilmesi ve Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı Kanunu (1963) gibi düzenlemeler bu durumu güçlendirmiştir. Bu durum, 12 Mart ve 12 Eylül Darbelerinden farklı özellikler taşısa da ,kendisi de bir askeri darbe olan 27 Mayıs Askeri darbesi sonrasında hazırlanan 1961 Anayasasının ücretli ve sendikal örgütlenmeler lehine olan düzenlemelerinin ardındaki gerekçelerden en azından birisini oluşturmaktadır diye düşünüyorum.
SORU: Siyasal rejimin popülistliği ?
Modelin siyasal rejimi popülistti, çünkü büyük toprak sahipleri ve ticaret ve sanayi burjuvazisinden oluşan egemenler bloğu ile oy hakkı nedeniyle belli bir gücü olan halk arasındaki bir dengenin varlığına dayalıydı. Yani, ithal ikameci strateji böyle bir dengenin ürünü olmuştur.
SORU: 24 Ocak 1980 Kararları kaçınılmaz mıydı?
Modelin bir diğer özelliği yüksek enflasyon oranlarıyla birlikte yürümesiydi. İç talep yüksek tutulurken, ithalatın darboğazda olması enflasyon artışlarını getiriyordu. Nitekim 1972–1977 döneminde ortalama yıllık % 20 olan enflasyon oranı, 1978–1980 döneminde % 75’e fırlamıştır. Enflasyon ise, ithalatı özendirmiş, ihracatı caydırmış, dış ticaret açığını artırıp ödemeler bilânçosunu bozmuştur. Öyle ki, cari açık; 1973’te % 2,4, 1975’te % 5,1 ve 1977’de % 7,1 olmuştur. Açık artınca dışarıdan borçlanmaktan başka bir çare kalmamış ve bu durumda sermayenin güdümündeki hükümet için tek çıkış yolu IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını çalmak olmuştur. Bu da 24 Ocak Kararları olarak da bilinen İstikrar Tedbirleri’yle sonuçlanmıştır.
Bir başka boyutuyla, Ocak 1980’e kadar uygulanan pragmatik politikalarla sistem krizden çıkamamış, ekonomi küçülmüş, enflasyon artmıştır. Artan enflasyon sabit gelirlileri vurmuş, gelir dağılımı daha da bozulmuş ve yaşam koşulları kötüleşen işçi sınıfı ve emekçilerin muhalefeti yükselmiştir.
Yüksek enflasyon ve döviz darboğazı sanayi burjuvazisi için hem artı-değer oranının düşmesi ve kârların azalması, hem de kârların fiilen realize edilememesi anlamına geliyordu. Diğer taraftan, artı-değeri artırma çabaları işçilerin direnişleri ve grevleriyle sonuçsuz kalıyordu. 11 Eylül !980 tarihi itibariyle 50 bini aşkın işçinin grevde olması bu durumu doğrulamaktadır. Bu nedenle de Darbe öncesinde büyük sermayenin örgütü TÜSİAD bu gelişmelere son verilmesi çağrısı yapmış, Darbe sonrasında TİSK başkanı Halit Narin ise “ bugüne kadar işçiler güldü, bundan sonra bizler güleceğiz” . açıklamasını yapmıştır.
SORU: Yani, “sadece iç ve dış kriz değil, krizlerin daha da sertleştirdiği sınıf mücadelesinin artması ve giderek sistemin egemenlerini tehdit etmeye başlaması Askeri Darbeyi gündeme getirmiştir”, diyebilir miyiz?
Kanımca sınıf mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin yükselmesi, buna karşılık sermayenin o ana kadar aldığı tedbirler ya da hayata geçirdiği uygulamaların yetersiz kalması, diğer taraftan 24 Ocak Kararlarının normal bir yönetim altında uygulanmasının zorlukları sonucunda daha da yükselen bu mücadelenin önünü kesebilmek adına egemenlere, askeri bir darbeden başka bir yol bırakmamıştır. Nitekim G. Kore örneğinden de görüldüğü gibi işçi sınıfı mücadelesinin yükselerek sistemi tehdit eder bir noktaya geldiği noktada, karşı devrim olarak askeri darbeler düzenlenmiştir.
Türkiye’de 1979 ortasından itibaren yönetenlerin giderek yönetmede zorlanmaları bu sürecin hızlanmasına neden olmuştur. Haziran 1979’da IMF ile yeni bir standby imzalanmıştır. Ekim 1979’da Süleyman Demirel, MSP ve MHP’nin desteği ile hükümeti kurmuş ve Demirel Hükümeti istikrar programı hazırlaması için MESS ve Sabancı Holding yöneticisi, IMF ve DB ile çok iyi ilişkilere sahip Turgut Özal’ı görevlendirmiştir. Ocak 1980’da 24 Ocak Kararları yürürlüğe konulmuştur. Ancak bu kararlara işçi sınıfının tepkisi sert olmuş, grev ve direnişler artmıştır. Nisan 1980’de Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanlığı dönemi sona ermiş, Cumhurbaşkanlığı seçimleri kilitlenmiştir. Haziran 1980’de IMF, 3 yıllık stand by’ı onaylamış ve faiz oranları serbest bırakılmıştır.
Bir yandan yükselen bir sınıf mücadelesi, grevler, direnişler, boykotlar, diğer yandan sivil faşist güçlerin silahlı saldırıları ve kontr-gerilla destekli kitle katliamları (1 Mayıs 1977, 1978 K. Maraş katliamı, Çorum ve Sivas Katliam girişimleri ve diğerleri), bunun sonucunda doğan bir anarşi, halkın gözünde birilerinin gelip buna son vermesi ve huzuru sağlaması biçimindeki bir arayışı da canlı tutuyordu. Daha sonra ortaya çıkan belgeler ışığında, Darbecilerin, CIA’nın aktif desteğini de arkalarına alarak, bu süreci çok iyi yönettiğini ve “sabırla bardağın taşmasını” bekleyerek, üretimi kesmemek için bir hafta sonu, Darbeyi nasıl gerçekleştirdiklerini ortaya koymuştur. Darbeyi Amerikalılar “bizim çocuklar yaptı” biçiminde duyururlarken, Askeri Cunta 24 Ocak Kararlarının mimarı olan Turgut Özal’ı Başbakan Yardımcısı yapmıştır.
SORU: Genelde 12 Eylül Darbesi 24 Ocak Kararları ile ilişkilendirilir ve bu kararların hayata geçirilebilmesi için yeni bir rejimin gerekli olduğu, bu nedenle de 12 Eylül Darbesinin bunu gerçekleştirdiği savunulur. Bu kadar önemli olan 24 Ocak Kararları neydi?
Öncelikle vurgulamalıyız ki, 24 Ocak Kararları’nın uygulatma ihtiyacı, 12 Eylül Darbesinin temel nedenlerinden birisi olsa da tek nedeni değil. Darbe tarihinden günümüze kadar geçen 30 yılda hayatın her alanını adeta belirleyen bir darbeyi tek başına alınan bir dizi karara indirgemek doğru değil. Olayın arkasında; dışarıdaki ekonomik kriz, İran Devrimi, Afganistan’ın işgali, ABD’nin kurmaya çalıştığı yenidünya düzeni, neo-liberalizm ve uluslar arası sermaye hareketlerinin gücü gibi çok sayıda faktör var. 24 Ocak Kararlarını bunlarla birlikte ele alıp düşünmek ve küreselleşme finansallaşma ve neo-liberalizm üçgeninde Türkiye’ye biçilen rolün ilk adımı olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü 30 sene önce başlatılan bu süreç bana kalırsa hala sürmekte ve AKP Hükümetinin uygulamalarıyla da pekiştirilmektedir.
Kısaca, 24 Ocak Kararları Türkiye’nin 1980 sonrasında emperyalist-kapitalist sisteme yeni bir eklemlenme biçiminin başlangıç kararları ve uygulamalarıdır. Bu kararlar aslında iktisadi ve politik kriz içindeki azgelişmiş ülkelere IMF ve Dünya Bankası (DB) tarafından 1970’li yıllarda önerilmiş olan IMF patentli İstikrar Önlemleri ve DB’ nın yapısal Uyum- Uyarlama Politikalarını içeren bildik bir programdır. Bu programın kabaca iki temel iktisadi hedefi vardı : (i) Ekonomik istikrarın sağlanması (hızlı bir fiyat istikrarı sağlamak) ve (ii) Serbestleştirme ve yapısal uyarlama politikalarıyla dışa açılmayı artırarak, Türkiye ekonomisini küresel kapitalist Merkez’lere daha sağlam bağlarla bağlamak.
Boratav Hoca, bu programın istikrar programı olmanın çok ötesinde bir program olduğundan hareketle, bütünüyle hayata geçirilebilmesi için rejim değişikliğinin gerektirdiğini vurgulayarak, 12 Eylül askeri darbesinin varlık nedenini açıklar. Kazgan Hoca’ya göre Program, ABD kaynaklı bir projenin Türkiye ayağıdır. Kısa sürede istikrara dönmeyi ve borç ödeme gücüne tekrar kavuşmayı amaçlasa da, bir çeşit “avamlaştırılmış liberal ideolojiyi” insanlara aşılama, değer yargılarını buna göre değiştirme söz konusudur.
SORU: Programın iktisadi olarak ana hedeflerinden birisinin ithal ikameciliğine son vererek ekonomiyi dışa açmak, ihracat pazarlarına yöneltmek olduğunu anlıyoruz. Bunun için hangi tedbirler alınmıştı?
Ekonomiyi dışa açmak için alınan tedbirlerin başında döviz giriş ve çıkışları üzerindeki sınırlamaların azaltılması ve aşamalı olarak serbest bırakılması geliyor. Paralel bir biçimde, Ocak 1980 büyük devalüasyonunun ardından, Mayıs 1981’den 1983’e kadar mini devalüasyonlar yapıldı, ihracatta vergi iadesi, kredi sübvansiyonları ve ihracatta kullanılan ithal maddelerin vergiden muafiyeti gibi ihracat teşvikleri verildi. İhracatın asıl olarak dış ticaret sermaye şirketleri aracılığıyla gerçekleştirildiği bir modele geçildi. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını özendirici önlemler alındı.
Bunun sonucunda ihracat hızla arttı (bir kısmı hayali olsa da). İhracatın milli gelir içindeki payı 1980 ‘de % 6,3’ten 1985’te % 21,5’e yükseldi. Bu dönemde ithalatların da ciddi bir biçimde artış gösterdiği dikkate alındığında, 24 Ocak Kararlarının Türkiye’yi dış ticaret aracılığıyla nasıl küresel kapitalist sisteme eklemlediğini göstermektedir.
Ancak dışa yönelmenin olmazsa olmazı, reel ücretlerin ve tarımsal fiyatların baskı altında tutulmasını sağlayan emek karşıtı gelir politikalarıdır. Özellikle 12 Eylül Askeri Darbesinin ardından reel ücret ve çiftçi gelirlerini baskılayarak üretimi iç pazardan dış pazarlara yöneltebilmek için; sendikal faaliyetler yasaklanmış, baskılanmış; ücret artışları yapılmamış ya da geciktirilerek ve yetersiz bir oranda yapılmıştır. Kamu çalışanlarının maaşlarında reel indirimlere gidilirken, tarımsal destekleme fiyatlarındaki nominal artışlar durdurulmuştur. Bu dönemi araştıran Özmucur’a göre (1992), 1988 yılına gelindiğinde reel ücretler 1977 düzeyine göre genelde % 55, imalat sanayinde ise % 20 oranında azalmış, iç ticaret hadleri tarım aleyhine olmak üzere ise % 50 oranında bozulmuştu.
Dışa yönelme stratejisinin ana unsurlarından bir diğeri serbestleştirme ve uluslar arası piyasalarla bütünleşme girişimleri olmuştur. Bu bağlamda bütüncül bir serbestleştirmeye (de-regülasyon) aşamalı olarak gidilmiş; sınai ürün piyasası de-regüle edilmiş (başlangıçta, kömür, gübre, elektrik istisna tutuldu), 1980 ortalarında faiz oranları serbest bırakılmış, ithalat serbestleştirilerek, ithalattaki kota listeleri kaldırılmıştır (1981 ve 1984). Uluslar arası finans piyasaları ile bütünleşmeyi sağlayabilmek için de Sermaye Piyasası Kurulu (SPK ) kurulmuş, 1983’te Menkul Kıymetler Borsası için yeni bir sistem ve 1986’da Interbank Para Piyasası oluşturulmuştur.
SORU: Programın özellikle de IMF ayağının önemli bir hedefi ekonomik istikrarın sağlanmasıydı. Bunun nedeni neydi ve buna yönelik ne tedbirler alınmıştı?
Öncelikle, sanayi sermayesi için fiyat istikrarının çok önemli olduğunu vurgulayalım. Çünkü ancak istikrarlı bir ekonomik yapı altında sürdürülebilir üretim artışlarını gerçekleştirebilir. Böylece sermaye karını realize edebilir ve sermaye birikimini sürdürebilir. Oysa enflasyon biçimindeki istikrarsızlıklar kaynak tahsisini bozduğundan, kredi faiz oranlarını yükselttiğinden, ödemeler dengesi sorunlarına neden olduğundan özel sermaye birikimini ve karların realizasyonunu kesintiye uğratır. Keza, sermayesini servet biçiminde biriktirenler için de enflasyon servetlerinin reel değerinin düşmesi demektir. Ayrıca enflasyon, reel ücret artış taleplerini canlı tutup, sendikal örgütlenmeyi ve mücadeleyi de artırdığından stokçular, karaborsacılar ve rantiye kesimi dışında özellikle sanayici işverenler açısından çok fazla tercih edilmez.
24 Ocak Kararları ile fiyat istikrarını sağlayabilme doğrultusunda, istikrarsızlığın temel nedenlerinden birisi olarak görülen KİT’lere dönük bir dizi operasyon başlatılmıştır. IMF politikalarının ardındaki “Finansal Programlama Modeli” olarak da bilinen monetarist felsefeye uygun olarak KİT’lerin etkisizleştirilmesine yönelik olarak; KİT ürünlerine verilen sübvansiyonlar kaldırılmış, KİT ürünlerinin fiyatlarına sürekli zam yapılmıştır. Hazine KİT yatırımlarına olan desteğini çekmiştir. KİT’ler iç ve dış borçlanmayla finansmana yönelmek durumunda kalmıştır. Faiz yükü bu işletmelerde yatırımları durdurma noktasına getirmiş, teknoloji aşınmış ve verimlilikler düşmüştür. Yeni işçi alımı durdurulmuş ve reel ücretler düşürülmüştür. Ayrıca, KİT’lerin piyasa kurallarına göre davranması esası getirilmiş ve özelleştirme çalışmalarıyla, kamunun küçültülmesi süreci başlatılmıştır.
Kuşkusuz, fiyat istikrarına yönelik tedbirler bunlarla sınırlı değildi. Sadece kamu sektörüne değil, özel sektöre açılan kredilere de üst sınır konulmasını sağlayan ve para arzının kontrol edilerek enflasyonun aşağıya çekilmesi biçimindeki monetarist önlemler ve daraltıcı para politikaları da bu dönemde uygulanmıştır.
Bu tedbirlerin sonucunda 1980 yılında % 104 olan enflasyon oranı 1986’da % 33’e gerilemiştir.
SORU: 12 Eylül Cuntasının yaptığı ilk düzenlemelerden birisinin Gelir Vergisi alanında yapılan değişiklik olduğu bilinir. Bu değişiklikle gelir vergisi tarifesi yeniden düzenlenmişti. Bu, bazılarınca ileri sürüldüğü gibi sabit gelirlileri korumaya dönük bir değişiklik miydi, bu dönemde vergileme alanında başka düzenlemeler yapıldı mı?
Bu konudaki en iyi araştırmalardan birisi Prof. Dr. Oğuz Oyan’a ait. Yazarın “Dışa Açılma ve Mali Politikalar Türkiye: 1980–1985” adlı kitabında yer alan bir çalışmaya göre, 12 Eylül sonrasındaki ilk vergi düzenlemelerinden olan ve gelir vergisi tarifesinin 2500 TL olan ilk diliminin dört kat artırılarak 1,000,000 TL’ye yükseltilmesi, sanıldığı gibi düşük gelirlilerin ortalama-efektif vergi yükünü azaltmamış, artırmıştır.
Değişiklik emekçilerin vergi yükünü hafifletmekten ziyade bir zorunluluktu. Çünkü, % 100 dolayında bir enflasyon altında artan nominal ücretler nedeniyle çalışanlar tam bir mali sürüklenme yaşıyorlardı. İdare açısından, enflasyonun neden olduğu bu durumu düzeltmek gerekiyordu. İkincisi ve daha da önemlisi bu yükseltme yapılırken, bu kesimin vergi oranı da % 40’a yükseltildi. Bu düzenlemeyle yaklaşık 2 milyon kamu ve özel sektör emekçisi % 40 gibi yüksek bir gelir vergisi oranından vergilendirilmeye tabi tutulmuştur.
Bu dönemde yapılan diğer vergisel değişikliklerle, ihracatçı şirketler ve finansal aracılık kuruluşları için vergi teşvikleri getirilmiş, kurumlar vergisi mükelleflerine bir dizi muafiyet ve istisna sağlanmış, artan oranlı gelir vergisi tarifesi giderek etkisiz hale getirilmiş, ücretlileri yakından ilgilendiren genel indirim uygulamasına son verilmiş (1986 ), stopaj uygulaması emek gelirlerinin vergilendirilmesinde yaygınlaştırılmış, Katma Değer Vergisi’ne (KDV) geçilerek dolaylı vergilerin uygulama alanı genişletilmiş (1985), vergi affı çıkartılmış (1983) ve Servet Beyanı gibi bir öz-denetim mekanizmasına son verilmiştir (1984).
Bu politikaların sonucunda toplam vergi yükü 1980’de % 17’den 1985’te % 14’e düşmüş, sermayenin üzerindeki vergi yükü azaltılarak emek üzerine kaydırılmış ve böylece vergi politikaları iç talebi baskılamanın bir aracı olarak kullanılmıştır. Ortaya çıkan bütçe açıkları ya kamu harcamaları (özellikle de sosyal harcamalar) kısılarak ve KİT zamlarıyla ya da iç borçlanmayla kapatılmıştır. Bunun sonucunda kamusal yatırımlar ve kamusal istihdam azalmıştır. Bu bağlamda, 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü’nün dayandığı sınıfsal tabanın net ve açık bir biçimde sermaye sınıfı olduğu kesindir. Zaten Cunta sermaye sınıfı ile yakın ilişkisini gizlemek ihtiyacı hissetmemiştir.
SORU: 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü ile pekiştirilen 24 Ocak Kararları amacına ulaştı mı? Ekonomide istikrar sağlanıp, istenen yapısal değişiklikler gerçekleştirildi mi?
Bence hem 24 Ocak, hem de 12 Eylül Darbesi, düzenleyenler ve düzenletenler açısından büyük ölçüde başarıya ulaştı. Bu, tabi ki sonrasında, 1994 ve 2001 krizlerinin neden çıktığını açıklamıyor. Çünkü ister sivil tedbirlerle, isterse baskıcı, otoriter, askeri-faşist tedbirlerle olsun kapitalist ekonomilerde, belli bir süreliğine, faturayı emekçilere keserek, istikrarı, yeniden büyümeyi sağlamak mümkün olsa da, üretim tarzı olarak kapitalizm kriz üreten bir sistem olduğundan bu sorunlar tekrar tekrar ortaya çıkabiliyor. Ekonomik istikrarsızlıklardan, krizlerden ya da buhranlardan bütünüyle ve sonsuza kadar kurtulabilmek için bu üretim tarzına son vermek gerekiyor.
Programın başarısını makro ekonomik performans ölçülerine bakarak değerlendirmek mümkün. Bu bağlamda, imalat sanayi başta olmak üzere temel sektörlerde büyüme 1980 sonrasından itibaren hızlanmış ve iktisadi büyüme oranı 1980 yılında %-1’den, 1986’da % 8’ e çıkmıştır. Başta özel yatırımlar olmak üzere sabit yatırım artış hızı, özellikle de 1982’den itibaren artmıştır. Enflasyon oranı, uygulanan dezenflasyon politikalarının sonucunda % 100’lerden % 30’lara çekilmiştir. Dışa açılma politikalarının sonucunda ihracat artmış ve GSYH içindeki payı % 20’lere kadar yükselmiştir. Cari işlemler dengesi açığı özellikle 1984’ten itibaren azalmıştır. Sanayicilerin kârları ve kârlılıkları, finans sermayesinin getirisi de hızla yükselmiştir.
Kısaca, 12 Eylül askeri diktatörlüğü ve sonrasındaki sivil Özal’cı rejimin despotik emek düşmanı uygulamaları, ABD ve OECD ülkeleri başta olmak üzere emperyalist ülkelerin ve onların IMF, DB gibi sözcülerinin yoğun destekleri ve İran-Irak savaşı’nın dış talebi canlandırması gibi faktörlerle desteklenen 24 Ocak Programı uygulamaları sonucunda ekonominin makro ekonomik performansı artmış, yerli ve uluslararası sermayenin kârlılığı restore edilmiş ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi yapabilir bir hale getirilmiştir.
SORU: Bu programın ve 12 Eylül Askeri rejiminin sermaye ve emek cephesi açısından sonuçları ne oldu?
Dışa açılmayı sağlayabilmek için uygulanan politikaları tek tek ele aldığımızda bunların asıl olarak sermayenin işine yaradığını görebiliriz. Örneğin, Ocak 1980 büyük devalüasyonunun ardından yaklaşık üç yıl boyunca yapılan mini devalüasyonlar ve yüksek reel faizler uluslar arası sermayenin işine yaramıştır. Bu uygulamalar sonucunda ABD doları 1980 -1981’de % 30 oranında değerlenirken, reel mevduat faiz oranı 1980’de %-32’den 1981’de % 9’a çıkmıştır. O dönemdeki devalüasyon uygulamalarının sonuçlarını araştıran Edwards’a göre, Türkiye’de 1982–1986 döneminde reel efektif devalüasyon oranı % 24 olmuş ve bu devalüasyonlar, Türkiye’de ve pek çok AGÜ’de aşırı değerlenmiş ulusal paranın bu durumunu düzeltmenin çok ötesine geçmiştir.
Benzer bir tespiti Krugman da yapmıştır. Ona göre 1980–1982 arasında benzer IMF-DB politikalarını uygulayan bazı L. Amerika ülkeleri ve G. Kore’de ABD doları % 28 ile % 47 arasında değer kazanmış ve hızla yükselen reel faiz oranlarının da etkisiyle yabancı sermayenin bu ülkelere yaptıkları yatırımların getiri oranları hızla yükselmiştir. Reel faiz oranlarının yüksekliği, özellikle 1984’ten sonra borçlanmaya yönelen kamu kesimine kredi veren iç ve dış rantiye kesiminin gelirlerini hızla artırmasını sağlamıştır. Bu durum, 24 Ocak–12 Eylül türü programların uluslar arası sermayenin karlarını restore etmeye yaradığının açık bir delilidir.
Keza, iç talebin daraltılarak üretimin ihracata yönelmesini sağlayabilmek ve sınai kârları artırabilmek için bu dönemde reel ücretler düşürülmüştür. Boratav Hoca’ya göre, 1978–1979 ile kıyaslandığında 1988’de milli gelir sabit fiyatlarla % 45 artarken, imalat sanayideki ücretler % 30 oranında gerilemiştir. Celasun ve Rodrik’e göre ise, 1980’den 1983 yılına kadar reel ücret endeksi % 41 puan gerilemiştir.
Fiyat istikrarının sağlanması gerekçesiyle yapılan KİT zamları ve düşük destekleme fiyatları uygulaması emekçileri ve çiftçileri vurmuştur. Çünkü bu dönemde KİT ürünlerine verilen sübvansiyonlar kaldırılırmış, örneğin 1980 yılında KİT ürünlerinin fiyatlarına % 121 ile % 824 arasında zam yapılmıştır. Bu zamlar sonraki yıllarda da sürdürülmüştür. Sermayeden alınmayan vergilerden kaynaklanan bütçe açıkları, yüksek reel faizlerle rantiyeden borç alınmasına ilave olarak, KİT zamları ile kapatılarak halkın sırtına yıkılmıştır.
Diğer yandan, tarımsal destekleme fiyatları hızla düşürülmüştür. 1980 yılında gübreye yapılan zammın oranı % 824, motorine yapılanınki % 225’ tir. Oysa bu tarihlerde buğday ve pamukta destekleme alım fiyatı sadece % 100 artmıştır. Bu yıl ki enflasyon oranı ise % 104’ tür. 1983 yılında ise bu iki temel ürüne yapılan zamların oranı keskin bir şekilde düşmüş ve sırasıyla buğdayda % 29 ve pamukta % 22 olmuştur. Sonuç olarak, gübre ve motorin gibi temel girdi fiyatları artarken, sübvansiyonların azaltılması çiftçiyi ağır bir şekilde vurmuştur. Keza, çiftçilere yapılmakta olan tarımsal destekleme ödemelerinin bilinçli bir şekilde geciktirilmesi çiftçilerin reel gelirlerini daha da düşüren bir faktör olmuştur.
Kısaca 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü ve sonrasındaki süreçte ücretliler, küçük çiftçi ve küçük üreticiler başta olmak üzere tüm emekçiler ezilmiş ve daha da yoksullaştırılmıştır.
SORU: 24 Ocak Kararları’na ve 12 Eylül Darbesine ABD, IMF, DB ve OECD’den destek geldi mi?
Evet, hem de o ana kadar örneği görülmemiş boyutta destek gelmiştir bu ülkelerden ve örgütlerden. Örneğin Kazgan Hoca’ya göre, o dönemde Türkiye’nin 5 milyar $’lık dış borcu ertelenmiş ve ilave olarak 9 milyar $ taze kredi verilmiştir. Haggard ve Kaufman’ a göre, 1978’den sonra Türkiye’nin 10 milyar $’lık dış borcu yeniden yapılandırılmıştır. Celasun ve Rodrik’e göre ise, 1978–81 arasında bu tür desteklerin toplamı 12 milyar $’ı bulmuştur. Bu desteklerde OECD konsorsiyumunun payı % 29, iki taraflı devlet yardımlarının payı % 26, başta IMF ve DB olmak üzere çok taraflı kuruluşların payı % 22 olmuştur. Bunların dışında aynı kaynağa göre gizli para girişleri de söz konusu olmuştur.
Resmi verilere göre, 1980–1984 döneminde Türkiye tarafından kullanılan altı adet Dünya Bankası Yapısal Uyum Kredisinin (SAL) tutarı 1,6 milyar $’ı bulmuştur. IMF ile 1979–1984 arasında birden fazla standby kredi anlaşması imzalanmıştır. Darbenin bir-kaç ay öncesinde, Haziran 1980 tarihinde imzalanan anlaşma çok önemliydi. Çünkü üç yıl geri ödemeli ve 1,25 milyar SDR’lik (1,8 milyar $) bir kredi sunumunu içeren bu anlaşma Türkiye’nin kotasının % 625’i anlamına geliyordu. Eski kullanımlarla beraber bu kota fiilen % 870 oranında aşılmıştı. Bu durum IMF tarihinde o ana kadar verilmiş en uygun taahhüttü ve daha önce benzeri görülmemişti. Çünkü o dönemde benzer ekonomik sıkıntılar yaşayan diğer ülkelere bu kolaylıklar sağlanmamıştı. Nisan 1984’te ise bu kez bir yıllık bir anlaşma daha yapılmıştır.
Daha önce de vurgulandığı gibi uluslararası sermaye açısından, kapitalizmin kendi durgunluğunun aşılabilmesi, kâr oranlarındaki düşüşün önüne geçilebilmesi, küresel kapitalizmin çeperindeki az gelişmiş ülkelerin yeniden yapılandırılması ve neo-liberal ideolojinin hayata geçirilebilmesi açılarından Türkiye çok önemli bir laboratuar, bir örnekti.
Ayrıca, 1979’da İran’da Şah’ın devrilip yerine radikal İslamcı bir rejim gelmesi ve 1980’de Afganistan’ın işgali, başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkelerin gözünde Türkiye’nin stratejik önemini artırmıştı.
Yani, Türkiye artık, emperyalist –kapitalist sistem için her hangi bir az gelişmiş ülke değildi ve kaderiyle baş başa bırakılamazdı. Bu nedenle de 24 Ocak Kararları bizzat bu uluslararası sermaye örgütlerince tasarlanırken, bunu uygulayan 12 Eylül Askeri Darbesine bu kurumlardan mali destek esirgenmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder