Bundan yüz yıla yakın bir süre önce, çoğu İstanbul’da bulunan mahkemelerde 1915 katliamlarından mesul 300 İttihatçı 61 davada yargılandı. Davalar sonuç vermedi ama, ardında dev bir belge külliyatı bıraktı
“Aradan 100 yıl geçmesine rağmen bu dosyaların kamuoyundan saklı ve gizli tutulması, içeriklerinin önemi hakkında ipucu vermeye yetecektir…”
“Tehcir ve Taktil” Divan-ı Harb-i Örfi Zabıtları… İttihad ve Terakki’nin Yargılanması 1919-1922… Derleyenler: Vahakn N. Dadrian- Taner Akçam…*
Kitabın, Dadrian ve Akçam tarafından ortak kaleme alınan önsözünde yer alan yukarıdaki cümle, 1915 faciasının üzerine atılan sessizlik ve korku şalının ortak mantığını ifade ediyordu aslında. 1915’teki fecaatin karakutusunun bulunması yönünde atılacak her adım, aynı zihniyetin gadrine uğradı bu ülkede.
Size tanıtmaya gayret edeceğim bu kitap, doğrudan soykırımın bu topraklarda yargılandığı mahkemelerin zabıtlarıdır. 1918’in Kasım’ında İstanbul’da Divan-ı Harb-i Örfi kurularak İttihadçılar, ülkeyi savaşa sokma, başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan vatandaşları katliama tabii tutma ve yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanmaya başlandı. Bu yargılamalar 1919-1922 dönemini kapsayacak, tesbit edilebilen toplam 62 adet dava sonucunda 20’ye yakın idam cezası verilecek ve bunlardan üçü infaz edilecekti.
Dünyanın sayılı genosidologlarından Vahakn N. Dadrian sunuş yazısında şöyle bir saptama yapıyor: Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeni toplumunun bazı politik önderleri Avrupalı milletlerinin özgürleşme hareketlerinin devrimci hedef ve taktiklerini, geç kalmış ve dolayısıyla neredeyse umutsuz bir tarzda Ermeni toplumunun özgürleşmesinde uygulamak için harekete geçtiler. Fakat, tek neden değilse bile, Avrupalı benzerlerinin tersine, dışarıdan etkili biçimde desteklenmedikleri için korkunç şekilde başarısız oldular.
Ermeni tarafının genelde gönüllülükle es geçtiği bir noktadır bu husus. Ermeni önderlerin Raison d’eta, yani Hikmet-i hükümet, yani devletlerin, çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerine dair “modern” kavramı anlayamamış olmaları, Ermeni milletinin mahvına giden yolda, elverişli bir alan açmıştır İttihatçılara.
Şöyle devam eder Dadrian: Ermenileri kolay yararlanmaya açık zayıflıklarını gayet farkında olan Osmanlı-Türk yöneticileri sınırsız bir öfke ve intikam duygusuyla Ermenileri ezdiler. Öyle görülüyor ki, yavaş yavaş çöken bir imparatorluğun yarattığı kederle birleşen bu birikmiş öfke ve asabiyet, imparatorluğun gayri memnun ve kırılgan Ermeni tebaasına yönelik ölümcül bir öfke patlamasına dönüştü. Ermeni devrimci hareketi ve onu takip eden Ermeni reform hareketi bu açıdan katalizör rol oynadı.
1895 Abdülhamid kıyımlarında geldiği gün gibi aşikâr olan büyük felaketi hızlandıran, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (İTC) boyun eğdirilerek 1. Dünya Savaşı’ndan altı ay evvel imzalatılan Ermeni Milleti Reformu olur.
Dadrian: Hiç abartamadan söylenebilir ki, politik gelişmenin bu nazik aşaması Ermenilerin ölüm fermanını imzalanması anlamına da geliyordu. Eşit haklar, yarıotonomi ve tam otonomi yolundan tam bağımsızlığa gidilmesi demek olan Balkan modelinin yarattığı Balkan Sendromu’nu yeniden yaşamaya tahammülleri kalmayan İTC liderleri, sistematik olarak problemin radikal şekilde çözülmesi için gerekli ortamı hazırlamaya yöneldiler. Radikal olmak demek, Sultan Hamid’in formülünü uygulamaktı: Ermeni sorununu yok etmek için Ermenileri yok etmek gerekiyordu!
Dünya Savaşı’nı başlaması uygun ortamı sağlayacaktı. İTC’nin idari disiplini, Balkan Savaşları’nda bilenmiş savaşkan ordusu bu işe kalkışabilmenin temel dayanaklarıydı. Dadrian’a göre, bu kibirli cesaretin altında yatan en önemli neden Abdülhamid döneminde yapılan Ermeni katliamlarının cezasız kalmış olmasıydı.
Bu yüzden, Birinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki on yıllarda yapılan Ermeni katliamlarını gerçekleştirenlere sağlanan muafiyetlerin birikerek çoğalan etkisini hesaba katmadan, Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan Ermeni Soykırımı’nı tam olarak anlamak mümkün değildir.
Vahakn Dadrian 1919-1922 yargılamaları için şöyle diyor kitapta: Bu yargılamalar, modern Osmanlı-Türk tarihinde ilk kez yüksek düzeydeki devlet görevlisi ve iktidar partisi kadrolarının cezai kovuşturmaya konu olmaları açısından önemliydiler. Aynı şekilde, tarihte ilk kez, merkezi şekilde organize edilmiş katliamların Ermeni kurbanları, faillerin cezalandırılması sürecinde Türk yetkililer tarafından savunulmuş, hakları teslim edilmiştir. Yine tarihte ilk kez, çeşitli rütbe ve görevlerden sivil ve askeri Türk yetkililer, birçok riski göze almışlar ve Ermeni kurbanların lehine gönüllü olarak tanıklık yapmayı kabul etmişlerdir. İstanbul yargılamaları, bugün tıpkı Ergenekon davasında Savcı Zekeriya Öz’ün harcanması sürecinin özelliklerini taşır. Köşemde daha evvel bu benzerliği vurgulamıştım. Dönemin Taraf gazetesine denk gelen Sabah gazetesi gibi [diğer bazıları Alemdar, Hâdisât, İleri, İkdam, Zaman ve Yeni Gazete] liberal-demokrat basın organları mahkeme zabıtlarını günü gününe yayımlarken, karşılarında onları mütareke basını olmakla suçlayan İTC yandaşı bir basın güruhu vardı. Ama yapılan dezenformasyonun ve etkili karalamaların ortadan kaldıramayacağı gerçek, mahkemelere sunulan belgelerin orijinallikleri ve birinci dereceden tanıkların varlığıydı.
(…) bu belgelerin her biri, Adliye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı salahiyetli görevliler tarafından incelenmiş ve gerçeklikleri onaylanmıştır. Bütün belgeler üzerinde “aslına muvafıkıdır” [uygundur] mührü vurulduktan sonra mahkemece dosyalanmıştır. İkinci olarak, pek çok olayda, sanıklara, altlarında kendi imzaları olan belgeler gösterilerek imzaların kendilerine ait olup olmadığı sorulmuştur. Belgelerin gerçekliğinin sanıklar tarafından doğrulanmasını sağlayan bu sağlam prosedür sayesinde, bu mahkemeler sadece hukuki açıdan değil, tarih bilimi açısından da paha biçilmez bir kaynaktır.
Taner Akçam, kitaptaki sunuşunda büyük kitle katliamlarından sonra, büyük ölçüde zafer kazananlar tarafından oluşturulan adalet mahkemelerinin politik karakterini reddetmenin gereksiz olduğunu söylüyor. Bu Nürnberg ve Ruanda soykırımı için de iddia edilmiştir. Ancak, bu politik karakter, tarihin konusu değildir. Bu mahkemelerde elde edilen belge ve tanıklıklar tarihçi için paha biçilmez bir kaynak niteliği taşır. Şöyle devam eder Akçam:
Ayrıca burada özel bir noktanın altını çizmek gerekir. Nürnberg veya benzeri mahkemelerden farklı olarak, eğer, İstanbul Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalarının “politik” bir yargılama olduğundan söz edeceksek, bu politik ivmenin önemli ölçüde İttihadçılardan yana dönük olduğunu söyleyebiliriz. (…) Yozgat davasında yargılanırken, dosyası ayrılan ve yargılanmayı bekleyen Feyyaz Ali’nin, başka bir ildeki davasına gidebilmesi için hapishaneden serbest bırakılması ve bu şahsın Ankara’ya giderek orada yeni açılmış olan millet meclisinde millet vekili olarak göreve başlaması bu konuda verilebilecek birçok örnekten bir tanesi sayılmalıdır. Başta İngilizler olmak üzere işgal güçleri de zaten bu mahkemelerin esas olarak İttihadçılara yakın olan ibresi nedeniyle gevşek ve güvenilmez bulmaktaydılar.
Zaten özellikle 1918-1921 arasındaki tutukluluk koşullarının gevşekliğinden bahseder Akçam. Polis müdürlüğünün üst katındaki Bekirağa Koğuşu denen yerde İttihatçı sanıklar birarada bulunuyorlar, [112 kişi] bir İngiliz raporunun bildirdiğine göre bunlar gündüzleri serbestçe dışarı çıkabiliyor, soruşturma memurları koğuşa gelerek sanıklarla hasbıhal ediyorlar, ziyaretçiler aranmıyorlardı. Cumhuriyet döneminde Dışişleri Bakanı olacak Tevfik Rüştü Aras tutukular arasındadır ve hapishane müdürü Ali Bey’e verdiği söz yüzünden geri dönmek zorunda kaldığından yakınmaktadır. Lakin herkes Tevfik Rüştü kadar “erdemli” değildir. Birçok firar olayı yaşanır. Diyarbakır Valisi Dr. Reşid, Halil Paşa, Küçük Talat Bey’ler gibi…
Bugünlere tezat, o dönemde Türk Hükümeti, savaşın hemen ardından Ermenilere yapılan katliamları kınayan net bir tutum sergilemişti. Üstelik bu yetkililer “insanlığa karşı suç” tanımını kullanmışlardı. Sultan Vahdettin: “Kanun-ı însaniyete karşı îka edilen cerâim.” Şura-yı Devlet Reisi Raşid Akif Paşa: Cihan-ı insanîyet… Halide Edip: Masum Ermeni nüfusunu katlettik. Gerçekten Ortaçağ’a ait metodlarla Ermenileri imha etmeye çalıştık… Refi Cevad [Ulunay]: Tehcir ve Taktil meselesi.. karışık bir hadise değildir. Mesele gayet basittir. İttihad ve Terakki çetesi emretti, bütün anasırı mahvetti… Fuad Bey ise Meclis’te soruşturma açılması için soru önergesi verirken “kavâid-i insanîyet” [insanlık kuralları] ilkesine başvurmuştu.
Yargılamaların mümkün olmasının altında yatan bir başka önemli neden ise Ermeni işinden dolayı müttefiklerin Osmanlı’ya büyük bir ceza kesecekleri yönündeki korkuydu. Özellikle ABD ve Britanya konuyu çok gündemde tutuyordu. Yargılamalar sayesinde bu işin bir partinin [İTC] eseri olduğu ve onların da cezalandırıldığı izlenimi verilmek istenmişti. Hatta bu pragmatizm, Amerikan Yüksek Yargıcı Lewis Heck tarafından işin içinden sıyrılma çabası olarak nitelendirilip Türk Hükümeti uyarılıyordu. Türk tarafının resmî tezi buydu. Mustafa Kemal, Ermenilerin kitlesel imhasını “skandal ve alçaklık” olarak tanımlıyor, kendi parasıyla kurduğu gazetede [Minber, 9 Kasım 1919] katliamlar Ermeni milletine karşı kırmak sevdası olarak tanımlanıyordu.
Detaylarını kitapta okuyacağınız meşakkatli ve karmaşık bir süreçten sonra davanın ana iddianamesi hazırlanır. İddianamenin önemi, bugün Ergenekon davasına atfettiğimiz öneme koşut olarak, ilk defa aralarında iki tane savaş dönemi sadrazamı ve oldukça kalabalık sayıda nâzırın Ermeni halkına karşı cinayet işlemek suçlarından yargı önüne çıkartılmasıydı. Türkler, gayrımüslimlere karşı şiddet uygulamış diğer Türkleri yargılamaktaydı. Bugünkü terminolojide “soykırım”a denk gelecek şekilde, bu cinayetler ulusal bir suç olarak kabul ediliyor ve ulusal ceza hukuku ölçülerine göre yargılama yoluna gidiliyordu. İddianamede cinayetleri belgeleyen tam 42 adet orijinal resmî-yarı resmî belgeden alıntılar yer alıyordu.
Önde gelen İttihatçılar ve savaş dönemi kabine üyeleri hakkındaki dava 28 Nisan 1919’da başlar. İddianamede tehcirin imha amacına yönelik yapıldığna dair belgeler vardır.
Abdullah Nuri’nin “tehcirin imha maksadına müstenid [dayandığı]” ve konuya ilişkin “imha emirlerini bizzat” görüştüğü Talat’tan aldığına ilişkin sözleri ile (İddianame, s.5) Doktor Nazım’a ait “bu teşebbüsün Şark Meselesi’ni hall edeceğine” dair sözleri (iddianame, s.8) bu konuda örnek olarak verilebilir.
İşin ilginç tarafı, daha sonra cumhuriyet tarihi boyunca Türk resmî tezinin ana omurgası olacak bir iddia da bu iddianamede reddedilmektedir.
“İcra kılınmakda olan fecâyiin [faciaların] mevziî [sınırı dar] ve münferit [ayrı] vakayiden [olaylardan] olmayub… bir kuvve-yi müttehide-yi merkeziye [merkezi ve suçlu bir kuvvet] tarafından tertib” bir mahiyete sahiptir. (s. 5). İstanbul-Adapazarı-Ankara ana yolundan 72 mil içeride, savaş bölgesinden oldukça uzakta bulunan Bolu şehri örneğini vererek iddianame, sürgünlerin savaş zorunluluğu ile alakası olmadığını üzerine basarak belirtir.
Yine iddianameye göre katliamların ayrıntılarını iki farklı grup denetleyip, örgütlemiştir. Birinci grup katliamları gerçekleştiren Teşkilat-ı Mahsusa birimlerinden sorumlu olan Halil Kut, Miralay Cevad, Güvenlik Şefi Aziz, fedai infazcısı Atıf (Kamçıl), topça binbaşı Rıza ve Bahaeddin Şakir ile Doktor Nazım isim isim sayılır. (İddianame s. 5). Öteki grup ise eyaletlerde İTC namına özel görevler ifa etmek için askerlikten istifa etmiş İTC’li eski subaylardan mürekkep bir çevreydi.
Sıfatları ister katib-i mesul, murahhas ya da müfettiş olsun, bu kişiler valilerin kararlarını veto etme yetkisi dahil, olağanüstü yetkilerle donatılmıştı. Bu eyalet komiserleri, birimlerin operasyonlarını yürüten otoriteydi. İddianame bu kişileri genelde İttihad ve Terakki Fırkası’nın imha eylemini örgütlemek için taşraya dağıttığı memurlar olarak tanımlar.
Fail, yani tetikçi güçleri ise üç gruptan mürekkeptir. İlki jandarma, ya da vilayet kolluk gücüdür. İkinci grup Teşkilat-ı Mahsusa namı altında türeyen çetelerdir. Üçüncü grup ise İTC’nin bu iş için hususi olarak hapisten çıkarılan ve bölgelere gönderilen mahkûmlardır.
Bu arada önemli bir başka husus da iddianamenin yedinci sayfasında kendine yer bulur. Müslüman halkın yüzyıllardır yan yana yaşadıkları Ermeni komşularına sahip çıkma eğilimi tehcirin başarısızlığa uğraması yönünde ciddi bir tehlikedir. Üçüncü Ordu Komutanı Mahmud Kamil Paşa’nın “Bir Ermeniyi tesahub edecek [koruyacak] bir Müslümanın hanesi önünde idam ve hanesi ihrak [yakılmasına]” ilişkin çıkardığı emir bu konuda örnek olarak verilmektedir. Eğer söz konusu kişiler devlet görevlisi ise derhal işine son verilecek, asker ise de ordu ile ilişkisi kesilecek ve Divan-ı Harp’te yargılanacaktır.
Yukarıda değinildiği üzere yargılama safahatı çok sıkıntılı geçer. Öncellikle İttihatçıların savaşı kaybetmelerine rağmen ülkede hâlâ çok yüksek bir nüfuzu vardır. Yargılamalar bu nedenle büyük bir baskı altında yapılmaya çalışılmış, çoğu sanık firar etmiş, Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal, Erzincan davasında mahkûm olan Jandarma yazıcı Hafız Abdullah Avni ve Bayburt Kaymakamı Berhramzade Nusret’in idam edilmesini ciddi bir karşı kampanyaya dönüşmüş ve özellikle Sultan ve Sadrazam’ın gözü korkutulmuştur. Vahdettin idam kararı için ülkede olaylar çıkabileceği korkusuyla şeyhülislamdan fetva ister. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin verdiği fetva ile infaz, 10 Nisan 1919’da İstanbul Beyazıt Meydanı’nda gerçekleştirilir. İdamdan sonra TBMM 14 Ekim 1922’de idam edilen İttihatçıları ‘şehid-i milli’ ilan eder. Bunun üzerine Mehmet Kemal’in babası Arif Bey Atatürk’ü makamında ziyaret eder. Bu görüşmenin bir sonucu olarak TBMM’de kanun çıkarılır ve Beşiktaş’ta dört daireli bir apartman, Beyoğlu’nda bir ev ve tüm çocuklara maaş bağlanır. Tabii mallar Ermenilerindir.
Bunun yanı sıra, Ankara Hükümeti’nin İstanbul’a nazaran gittikçe ağır basan etkisi söz konusudur. Kuva-i Milliye Hareketi ve Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurucu ve önde gelenlerinin yargılamalardan kaçan İttihatçılardan olması ve batının 1915 işinin üzerini kapatma eğilimine girmesi davaların sonunu hazırlayacak ana etkenlerden olacaktır.
Divan-ı Harb-i Örfi’lerin sonu
1919-1922 mahkemelerini bugünkü Ergenekon ve Balyoz mahkemelerine benzetmem boşa değil. Bazı sanıkların tutukluluk sürelerinin iki yılı aşmış olmasına rağmen duruşmaların başlamamış olması büyük bir propagandaya dönüştürülür. Ardı ardına beraat kararları alınmaya başlanır. Hem Ankara’da oluşan yeni hükümet, hem de İstanbul hükümeti için mahkemeler artık yük olmaya başlamıştır. Mahkemelerin hem etkilerinin, hem de sayılarının azaltılması için iki başkentte de girişimler hızlanır. 11 Temmuz 1922’de ise bu mahkemeler tamamen lağvedilir. 31 Mart 1923’te ise Meclis 1915 sanıklarını da kapsayan genel bir af çıkartarak defteri kapatır. Ankara hükümeti Malta’da sürgünde bulunan İttihattçılar için de gerek doğrudan, gerekse İstanbul hükümeti aracılığıyla İngiliz makamlarına başvurmuş ve sanıkları yargılamak üzere iade talebinde bulunmuştur. Yine Taner Akçam’ın sunuşunda okuduğumuza göre bu sürgünler Türkiye’ye geldiklerinden yargılama yapılması bir yana, önemli devlet görevlerine atanmışlardır.
Böylelikle bir dönemin yargılanmasına yönelik bu girişim başarısızlıkla sonuçlanır ve yüz yıl sürecek inkâr dönemine de girilmiş olur.
*İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 1. Baskı, İstanbul, Aralık 2008.
Taraf Politika 22 NİSAN 2011 CUMA
Markar Eseyan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder